AHKAF SURESİ

Hiç yorum yok
. 10


AHKAF SURESİ

Mekke'de inmiştir. 35 âyettir.

Takdim

Bu sûre Mekke'de inmiştir. Hedefi, Mekke'de inen sûrelerin aynıdır. Yani büyük itikat esasları olan Allah'ın birliği, peygamberlik ve öldükten sonra dirilme ve cezadır. Bu mübarek sûrenin ana konusu, peygamberlik ve peygamber etrafında döner. Bu da, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) doğruluğunu ve Kur'an'm hak olduğunu isbat içindir.
Bu sûre, başlangıçta, Allah tarafından hak olarak indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim'den, sonra da, müşriklerin ibadet ettkikleri ve ilâh olduk­larına, Allah katında kendileri için şefaat edeceklerine inandıkları putlar­dan bahseder. Onların, işitmeyen ve hiçbir fayda sağlamayan şeylere ibadet ederek düştükleri sapıklığı ve hatayı açıklar. Daha sonra, müşriklerin Kur'-an hakkındaki şüphelerini anlatır ve açık ve kesin delillerle bu şüphelere cevap verir
Bundan sonra sûre, insanlığın hidayet ve sapıklığı hususunda iki örnek verir. Güzel huylu, anne ve babasına itaat eden salih bir oğul örneğini an­latır. Bu oğlun yaşı ilerledikçe, takvası, iyiliği ve ana babasına karşı güzel davranışları daha da artar. Bunun yanında, fıtratı bozuk, ana-babasma karşı gelen bedbaht evlat örneğini anlatır. Bu evlat iman, öldükten sonra dirilme ve haşirle alay eder. Neticede bu iki evladın âkibetlerini anlatır.
Sonra sûre, Hûd (a.s.)'un azgın kavmi "Ad" ile olan kıssasını anlatır. Bu kavim ülkede taşkınlık göstermiş, sahip oldukları güç ve kuvvete al­danmıştı. Kureyş kâfirlerini, içinde bulundukları taşkınlık, Allah'ın emirle­rine karşı kibirlenme ve peygamberi yalanlamadan sakındırmak için, Ad kavminin akıbetinden yani, Allah'ın onları şiddetli bir rüzgarla yok etme­sinden bahseder.
Bu mübarek sûre bir grup cinn'in kıssasını anlatarak sona erer. Bu cin­ler Kur'an'ı dinlemiş, ona inanmış, sonra da kavimlerini imana çağırmak üzere onların yanma dönmüşlerdir. Kur'an-ı Kerim bu olayı, insanlardan inat edip inanmayanlara, cinlerin İslamı kabul etme hususunda onları geç­tiklerini hatırlatmak için anlatır. [1]

İsmi

Ahkâf, taşkınlıkları ve zorbalıkları yüzünden, Allah'ın yok ettiği Âd kavminin yurdu olduğu için, bu sûreye Ahkâf sûresi denmiştir. Âd kavminin yerleşim bölgesi, Yemen diyarında Ahkâf mıntıkasında idi: "Âd'm kardeşini (Hud'u) an. Hani o, Ahkâfta kavmini uyarmıştı..." [2]
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Hâ, mîm.
2. Kitab'ın indirilişi, azız, hakîm olan Allah tara-fmdandır.
3. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, ancak hak ile ve belli bir müddet için yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.
4. De ki: Baktınız mı hiç? Allah'ı bırakıp taptığı­nız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, gösterin bana! Yoksa onlar için göklerde bir ortaklık mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel bir kitap, ya­hut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.
5. Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendi­sine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından ha­bersizdirler.
6. İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (bunlar) onlara düşman kesilirler ve onların, kendilerine tap­malarını inkâr ederler.
7. Onlara âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman inkâr edenler, kendilerine hak geldiğinde; "Bu, apaçık bir büyüdür" derler.
8. Yoksa "Onu uydurdu" mu derler? De ki: Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah'tan bana (gelecek cezayı savmaya sizin) gücünüz yetmez. O, sizin yaptığınız taş­kınlıkları çok daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şa­hit olarak O yeter. O, bağışlayan esirgeyendir.
9. De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sâdece bana vahyedilene uyarım. Ben sâdece açık bir uyarıcıyım.
10. De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah ka­tından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, İsrâiloğulla-rmdan bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı hâlde siz yine de büyüklük taslamış sanız, (haksızlık et­miş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah, zâlimler kavmini doğru yola iletmez.
11. İnkâr edenler, iman edenler için dediler ki: "Bu, iyi bir şey olsaydı, onlar bizi geçemezlerdi." Fakat onlar bununla doğru yola girmedikleri için, "Bu eski bir yalandır" diyeceklerdir.
12. Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.
13. "Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
14. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta oldukları­na karşılık orada ebedî kalacaklardır.
15. Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin ni'mete şükret­memi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı ilhanı et. Be­nim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.
16. İşte, yaptıklarının en iyisini kabul edeceğimiz ve günâhlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlik­ler arasındadırlar. Bu, kendilerine verilen doğru bir sözdür.
17. Ana ve babasına, "Öf be size! Benden nice ni­ce nesiller gelip geçmişken, beni mı tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz?" diyen kimseye, ana ve babası Al­lah'tan yardım isteyerek: "Yazıklar olsun sana! İman et. Allah'ın va'di gerçektir." dedikleri hâlde o "Bu, es­kilerin masallarından başka bir şey değildir." der.
18. İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve in­sanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar, zi­yana uğrayanlardır.
19. Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir, asla ken­dilerine haksızlık yapılmaz.

Kelimelerin İzahı

Şirk; ortaklık, pay.
Esâre, bir şeyin artığı, kalıntısı demektir.
Dalıyorsunuz. Bir şeye dalmak demektir, insanlar bir sö-ze daldıklarında İşitti denir, insanlar Arafat'tan ayrıldığında, denir.
Bid', ortaya çıkarılan şey demektir. Fahreddin Râzî şöyle der: Bid' ve bedî', sonradan olup benzeri olmayan her şey demektir. Bid'at ise, sünnet hükmüyle, daha önce mevcut olmayıp ortaya çıkarılan şey demek­tir.[3]
Tfk, yalan manasınadır.
Kurhen, zorla ve güçlükle.
Fisal, sütten kesilmek demektir.
Bana ilham et.
Üff, bıkkınlık ve sıkıntı ifade eden bir kelimedir.
Gelip geçti demektir. [4]

Âyetlerin Tefsiri

1. Ha mîm. Bu harfler (hurûfu mukattaa) Kur'an'm mucizeliğine ve onun böyle hecâ harflerinden nazmedildiğine dikkat çekmek içindir.[5]
2. Bu yüce kitap, mülkünde güçlü ve yaptığında hikmet sahibi olan Allah katından indirilmiştir. [6]
3. Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındaki mahrukatı boş yere yaratmadık. Biz onları ancak, birliğimizi ve sonsuz gücümüzü göstermesi için hikmetle yarattık. Onlara mu­ayyen bir ecel tayin ettik. Bu ecel, onların kıyamet günü yok olma za­manıdır: "Yer başka bir yer, gökler de başka gökler haline getirildiği ve in­sanların, bir ve kahhâr olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün..."[7] O kâfirler, korkutuldukları azaptan ve âhiretin şiddetinden yüz çevirmektedirler. Onu düşünmezler ve onun için hazırlanmazlar. Yüce Allah, hikmet sahibi güçlü ilahın var olduğunu anlattıktan sonra, putlara ta­panları reddetmek üzere şöyle buyurdu: [8]
4. Ey Muhammedi O müşriklere de ki: ilah olduklarını iddia ettiğiniz ve Allah'ı bırakıp kendilerine taptığınız o putları bana söyleyin. Onlar yerküresinin parçalarından ve onun üzerinde bulunan insan veya hayvanlardan ne yarattılar? Bana göste­rin ve bildirin. Yoksa onların, göklerin yaratılışında, Allah ile bir ortaklığı mı var? Allah tarafından, Kur'an'dan önce indirilmiş ve size putlara tapmayı emreden kitaplardan bir kitap getirin. Bu, acze düşürmeyi ifade eden bir emirdir. Çünkü onların, Al­lah'a ortak koşulacağını gösteren bir kitabı yoktur. Aksine bütün kitaplar, Allah'ın bir olduğunu anlatmaktadır. Yoksa, öncekilerin ilimle­rinden bunu gösteren bir ilim kalıntısı mı var? Onların, Allah'­ın ortaklan olduğuna iddianızda doğru iseniz, bana böyle bir kitap ve ilim kalıntısı getirin. Ebû Hayyân şöyle der:Yüce Allah onlardan, Allah'tan başkasına ibadet etmelerinin doğruluğuna şahitlik edecek bir kitap veya öncekilerin ilimlerinden bir kalıntı getirmelerini istedi. Bundan maksat, onları kınamaktır. Çünkü Allah tarafından indirilmiş olan bütün kitaplar O'nun birliğini ve şirkin bâtıl olduğunu anlatmaktadır. Yani, onların aklî veya naklî bir dayanağı yoktur.[9] Bundan sonra Yüce Allah, müşriklerin sapıklıklarını bildirmek üzere şöyle buyurdu: [10]
5. İşitemeyen ve akıl edemeyen cansızlar oldukları için dua edenlerin duasını işitmeyen, muhtaçların ihtiyaçlarını bilmeyen ve kendilerine seslenenlere asla cevap veremeyen putlara tapanlardan daha câhil ve sapık hiç kimse yoktur. Onlar, ibadet edenlerin duasını ne işitirler, ne de anlarlar. Bu âyette, putlar ve onlara ibadet edenlerle alay ifadesi vardır. Müşrikler, put­lara taptıkları ve onları zarar veya fayda veren kimseler yerine koydukları için, putlar için, akıllılar yerine kullanılan zamir kullanıldı. Böylece kâfirlerin iddialarına uygun olarak, işitmemek fayda sağlamamak ve duaya icabet edememek sıfatlarıyla nitelenmeleri uygun oldu. [11]
6. İnsanlar kıyamet günü hesap için toplanıldığmda, putlar, kendilerine ibadet edenlere, fayda yerine zarar veren düşmanlar olacaklardır, Putlar, kendilerine ibadet eden­lerden uzak duracaklardır. Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah, kıyamet gü­nünde putlara can verecek, onlar da kendilerine ibadet edenlerden uzak du­racaklar ve şöyle diyeceklerdir: "Dediklerinden uzak olduğumuzu sana bil­diriyoruz. Onlar zaten bize tapmıyorlar, (kendi isteklerine tapıyorlar)dı.[12] Bu âyet Yüce Allah'ın şu sözüne benzer: "Hayır hayır. (O taptıkları) onla­rın ibadetlerini tanımayacak ve onlara hasım olacaklar"[13] Allah'ın her şeye gücü yeter.[14]
7. Onlara, Allah'ın kelâmından olduğu açık açık bilinen Kur'an âyetleri okunduğunda, Kâfirler, Allah katından kendilerine gelen o hak Kur'an için, bu kuşku­suz bir sihirdir. Sihir olduğu açıktır" dediler. Onların tam manâsıyla inkar­cı ve sapık olduklarını tescil etmek için, zamir yerine, şeklinde açık isim konuldu. Ebû Hayyân şöyle der: Onlara gelir gelmez" i-fadesi, kendilerine okunan âyetleri düşünmediklerine, aksine, inat ve zu­lümlerinden dolayı işitir işitmez sihre nisbet ettiklerine ve onu "şüphesiz apaçık bir sihir" diye nitelediklerine dikkat çekmektedir.[15]
8. Yoksa, "Muhammed bu Kur'an'ı kendiliğinden uydurdu mu?" diyorlar. Bu soru ret ve kınama ifade eder. De ki, farzedelim ki onu ben uydurdum, öyleyse bu hususta Allah bana yeter. Ona iftiradan dolayı beni cezalandıracak olan O'dur Siz, O'nun azabını benden çeviremezsiniz. O halde ben, sizin için nasıl O'na iftira eder de, kendimi O'nun azabına atarım. Yüce Allah, Kur'an hakkında yaptığınız dedikoduları ve "O bir sihirdir, bir uydurmadır, bir şiirdir" şeklindeki kötüleyici sözlerinizi ve diğer kötüleme usullerini bi­lir. Benimle sizin aranızda, Yüce Allah'ın şahit olması yeter. O benim doğru söylediğime ve tebliğ görevimi yaptığıma, sizin de yalancı ve inkarcı olduğunuza şahitlik eder. O, tevbe edenleri çok bağışlayan, mü'min kullarına çok merhamet edendir. Ebû Hayyân şöyle der: Burada, inkârdan döndükleri takdirde onlar için bağışlanma ve rahmet vaad edilmekte ve Yüce Allah'ın onları teşvik ettiğine işaret edilmektedir. Çünkü Yüce Allah onları hemen cezalandırmadı.[16]
9. De ki: Dünyada ilk peygamber ben değilim. Benden önce hiç kimsenin getirmediği bir şeyi de getirmiş değilim. Bila­kis, benden önce birçok peygamberlerin getirdiği şeyi getirdim. Benim bu getirdiğim şeyi niçin yadırgayıp garipsiyorsunuz? Bid' ve bedî', benzeri görülmemiş şey demektir. İbn Kesir şöyle der: Ben benzeri görülmemiş bir şey değilim ki, beni yadırgıyor ve gönderilmemi uzak görüyorsunuz. Kuşkusuz Allah, bütün peygamberleri ümmetlerine benden Önce gönder­miştir, Allah'ın, benim ve sizin hakkınızda ne hük­medeceğini bilmiyorum. Çünkü Allah'ın tayin ettiği kader gizli tutulmuş­tur. Ben sadece, Allah'ın bana indirdiği vahye uyuyorum, kendimden hiçbir şey icat etmiyorum. Ben sadece, sizi Allah'ın azabına karşı uyaran, kesin deliller ve parlak mucizelerle açıkça korkutan bir peygamberim. [17]
10. Ey Muhammed! De ki: "Ey müş­rik topluluğu! Eğer bu Kur'an gerçekten Allah'ın kelamı ise, siz de bunu ya­lanlamış ve inkâr etmişseniz..." Bu şartın cevabı söylenmemiştir. Takdiri, "Haliniz nice olur?" şeklindedir. İsrailoğulları âlimlerinden bir adam, Kur'an'm doğruluğuna şahitlik etmiş ve ona inanmıştı. Siz ise kibirlenip iman etmediniz. Sizin haliniz ne ola­cak?! Siz, insanların en sapığı ve en zalimi değil misiniz? Zemahşerî şöyle der: Bu şartın cevabı söylenmemiş olup takdiri şöyledir: Eğer bu Kur'an Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz, siz zalim değil misiniz? Söylenmeyen bu cevabın ne olduğunu Yüce Allah'ın şu sözü göstermekte­dir: Kuşkusuz Allah zâlim ve kâfir olanı hayra ve imana muvaffak kılmaz.[18] Tefsirciler şöyle der: İsrailoğullarından bu şahitliği yapan kişi Abdullah b. Selâm'dır.(r.a.) Olay şöyle olmuştu: Rasullah (s.a.v) Medine'ye geldiğinde, Abdullah b. Selâm denemek için onun yanma geldi. Hz. Peygamberin (s.a.v.) yüzüne baktığında, onun yalancı bir yüz olmadığını anladı. Düşündü ve onun, beklenen peygamber olduğu ger­çeğini anladı. Hz. Peygamber (a.s.)'e dedi ki: Ben sana üç şey soracağım. Onları peygamber olandan başkası bilmez. Kıyamet alâmetlerinin ilki ne­dir? Cennet ehlinin yiyeceği ilk yemek nedir? Niçin çocuk babasına veya anasına benzer? Rasulullah (s.a.v.) bu soruları cevaplayınca, Abdullah b. Selâm: Şehâdet ederim ki, sen, Allah'ın hak peygamberisin" dedi.[19]
Bundan sonra Yüce Allah müşriklerin şüphelerinden bir başka şüphe­yi reddetti: [20]
11. Mekke kâfirleri, mü'-minler hakkında dediler ki: Bu Kur'an ve din, hayırlı bir şey olsaydı, zayıf fakirler bizden önce iman etmezlerdi. İbn Kesîr şöyle der: Kâfirler bu söz­leriyle, müslüman olmuş ve peygambere inanmış Bilâl, Ammâr, Suheyb, Habbâb ve benzeri zayıfları, köleleri ve cariyeleri kastediyorlar (radiyallâhu anhum).[21] Mucizeliğinin açıklığına rağmen Kur'an ile doğru yolu bulamayınca dediler ki: Bu eski bir yalan olup, eskilerden nakledile gelmiş bir şeydir. Muhammed onu kendisi getirip Allah'a nisbet etmiştir. [22]
12. Kur'an'dan önce de, imama uyulduğu gibi, Allah'ın dini ve şeriatı hususunda kendisine uyulan bir kılavuz ve inanıp içindekilerle amel edenler için bir rahmet olarak, Musa'ya indirilen Tevrat vardı. Fahreddin Râzî şöyle der: Bu âyetin, önceki kısımla alâka yönü şöyledir: Müşrikler, Kur'an'm doğruluğunu inkâr ettiler. Ve dediler ki: Eğer o hayırlı bir şey olsaydı, zayıf çapulcu takımı bizden önce iman ede­mezdi. Yüce Allah onlara şöyle cevap verdi: Siz Allah'ın, Musa'ya Tevrat'ı indirdiğini ve onu, kendisine uyulan bir önder kıldığını tartışmıyorsunuz. O Tevrat aynı zamanda Muhammed (s.a.v)'in geleceğini müjdelemektedir. Onun Allah katından olduğunu .kabul ettiğinize göre, Muhammed'in, Allah tarafından gönderilmiş bir peygaVnber olduğuna dair getirdiği hükmü de ka­bul edin.[23] Bu Kur'an, şanı yüce ve kendisinden önceki kitapları tasdik eden, fasih bir Arapça ile gönderilmiş bir kitaptır. Kur'an'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki, o, Tevrat'tan daha açık, delili daha parlak ve mucizeliği daha tesirlidir, Kur'an, zâlim Mekke kâfirlerini cehennem azabıyla korkutmak, güzel amel işleyen mü'minleri de Naîm cennetleriyle müjdelemek için indirilmiştir. Yüce Allah, Kur'an'ı yalanlayan müşriklerin durumunu açıkladıktan sonra, ardından, Allah'ın şeriatı üzerine dosdoğru yürüyen mü'minlerin durumunu da açıkladı: [24]
13. İman edip Allah'ın birliğine inanan ve O'nun şeriatı üzerinde dosdoğru yürüyenler var ya! Âhirette onların, başına korkacakları hiçbir kötü şey gelmez. Dünyada ge­ride bıraktıkları şeyler için de üzülmezler. [25]
14. İşte dinlerinde dosdoğru yürüyen o mü'minler, cennet ehlidir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Onlar, iyi amellerine karşılık bu nimetleri elde etmişlerdir. [26]
15. Allah'ın rızası, ana ve babanın rızasında, gazabı da onların gazabında olunca, Yüce Allah kullarını o rızaya teşvik etti. Yani, biz insana, anne ve babaya iyilik etmesini kesin ve kuvvetli bir şekilde emrettik. Bundan sonra Yüce Allah, bunun sebebini açıklamak Üze­re şöyle buyurdu: Annesi onu güçlük ve zorlukla ta­şıdı ve yine onu güçlük ve zorlukla doğurdu. Çocuğun ana karnında taşınma ve süt emme müddeti ikibuçuk yıldır. Anne, bu müd­det boyunca yorgunluk ve zorluklara katlanır. İbn Kesîr der ki: Yani, anne, çocuk yüzünden gebelik anında aş ermek, kusmak, çocuğu karnında taşımak ve hamile kadınların karşılaştığı diğer güçlük ve meşakketlere katlanır ve aynı şekilde onu, şiddetli doğum sancılarının sıkıntısı ile doğurur. Âlimler, Lukman süresindeki, Onun memeden kesilmesi iki senedir"[27] âyetiyle birlikte bu âyetten, gebelik süresinin en az altı ay olduğuna delil getirmişlerdir. Bu, kuvvetli ve sağlam bir hüküm çıkarmadır.[28] Nedicede bu çocuk yaşayıp, kuvveti ve aklı olgunlaşınca, Mis ve genç ve kuvvetli olarak kırk yaşma varınca, ki bu akıl ve olgunluk ge­lişmesinin sonudur[29] di ki, "Ey Rabbim! Bana ve anne ve babama verdiğin nimetine şükretme-yi bana ilham et. Onlar, kendilerine verdiğin nimet sayesinde, beni küçükken büyütüp beslediler. Seni benden razı kılacak iyi amel işlemeye beni muvaffak et. Soyumu ve zürriyetimi salih kişiler kıl. Şeyhzâde şöyle der: Bu duayı yapan şahıs, Allah'­tan üç şey istemiştir: Birincisi, Allah'ın, kendisini nimete şükretmeye muvaffak kılması. İkincisi, Allah katında makbul itaat yapmaya muvaffak etmesi. Üçüncüsü. Soyu içersinde salih kişiler yaratması. İşte bu, insan mutluluğunun doruk noktasıdır.[30] Ey Rabbim! Ben bütün günahlardan Sana tevbe ettim. Ben, İslama sarılanlardan oldum. İbn Kesir şöyle der: Bu âyette, kırk yaşına eren kimseye, yeniden tevbe edip Allah'a dönmesi ve bu hususta azimli ve kararlı olması irşat edilmekte­dir.[31]
16. İşte bu anlatılan vasıflan taşıyan­ların itaatlerini kabul eder ve amellerinin karşılığını en üstünü ile veririz. Bilerek ve bilmeyerek yaptıkları hataları, kendilerine af ve bağışlama ile ikramda bulunacağımız cennet ehliyle bir­likte bağışlarız. İyi amel işleyenlerin amelini ka­bul edecek, günahlarından da vaz geçeceğiz diye, peygamberlerin diliyle kendilerine vazettiğimiz o sadık vaad dolayısıyle bunu yapacağız. Yüce Allah, anne ve babasına iyilik eden kimsenin durumunu ve bu durumun va­racağı hayır ve mutluluğu temsili olarak anlattıktan sonra, anne ve ba­basına karşı gelen insanın durumunu ve bu durumun varacağı bedbahtlık ve helaki de temsili olarak anlattı: [32]
17. Kendisini imana çağırdıkları zaman anne ve babasına, "Bu çağrınızdan dolayı öf size" diyen kâfir evlada gelince, o şöyle der: Beni, öldükten sonra tekrar di-riltilmekle mi tehdit ediyorsunuz? Halbuki benden önce nice insanlar gelip geçmiş ve hiçbiri diriltilmemiştir. Anne ve babası, Allah'tan ona yardım etmesini ve onu İslama İletmesini istiyorlar ve ona şöyle diyorlardı: Sana yazıklar olsun! Allah'a inan. Öldükten sonra diril­meyi ve haşri kabul et. Aksi halde yok olursun. Kuşkusuz Allah'ın vaadi haktır. Onda yerine getirilmemezlik yoktur. O bedbaht der ki: Öldükten sonra dirilme hususundaki bu sözleriniz, hurafe ve boş şeylerden ibarettir. Öncekilerin yazdığı, asılsız şeylerdendir. [33]
18. İşte o suçluların cehennem ehli olacak­larına dair Allah'ın sözü gerçekleşmiştir. Kurtubî şöyle der: Onlara azap vacip olmuştur. Ayetteki " soz"den maksat, hadiste de bildirildiği gibi, Allah'ın şu sözüdür: "Onlar cehennemdedir. Ben aldırış etmem"[34]. O azap onlara, kendilerinden önce gelip geçmiş cehennemlik insan ve cin kâfirleri içersinde vacip olmuştur. Kuşkusuz onlar kâfirler olmuşlardır. Bundan dolayı da gayretleri boşa gitmiş ve âhiretlerini yitirmişlerdir. Bu âyet, onların cehenneme giriş sebebi­ni bildirir. Fahreddin Râzî şöyle der: Bazı tefsirciler der ki: Bu âyet, Ebû-bekir (r.a)'in oğlu Abdurrahman Islamı kabul etmesinden önce, onun hakkın­da inmiştir. Doğrusu şudur ki, bu âyetle, muayyen bir şahıs kastedilmemiş-tir. Aksine bundan maksat, bu sıfatı taşıyan herkestir. Anne-babası kendisi­ni hak dine çağırıp ta bunu kabul etmeyen ve inkâr eden herkestir. Yüce Al­lah'ın, anne-babasma "öf be size" diyen kimseyi, "kendilerine azap sözü vacip olanlardan" diye nitelemesi bunu göstermektedir. Şüphesiz Abdurrah­man iman etmiş ve güzelce İslama girmiştir. Kendisi müslümanların ileri gelenlerindendir. Böylece âyeti onun hakkında yorumlamak boşa gitmiş­tir.[35]
19. Mü'min ve kâfirlerden her birinin, amellerine göre makam ve mertebeleri vardır. Mü'minlerin cennetteki mertebeleri yüksek; kâfirlerin cehennemdeki yerleri ise alçaktır, Yüce Allah, onların amellerinin karşılığını tam bir şekilde verme­si için karşılıklarım takdir etti. Mü'minler derecelerine göre sevaplarından eksiltilmeksizin, kâfirler de derekelerine, göre, cezaları artırılmaksızm amellerinin karşılığını alırlar. [36]
20. İnkâr edenler ateşe arzolunacakları gün: "Dünyadaki hayâtınızda bütün güzel şeylerinizi harca­dınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkma­nızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!" denir.
21. Âd kavminin kardeşini (Hûd'u) an. Hani o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkâf bölgesindeki kavmine "Allah'tan başkasına kul­luk etmeyin Ben sizin büyük bir günün azabına uğra­manızdan korkuyorum." demişti.
22. "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler.
23. Hûd da, "Bilgi ancak Allah katındadir. Ben size, gönderildiğim şeyi duyuruyorum. Fakat sizin câhil bir kavim olduğunuzu görüyorum" dedi.
24 Nihayet onu, vadilerine doğru gelen bir bulut şeklinde görünce "Bu bize yağmur yağdıracak bir bu­luttur" dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediği­niz şeydir. İçinde elem verici azap bulunan bir rüzgâr­dır!
25. O, (rüzgâr) Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder. Bunun hemen ardından onların yurtlarından başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suç işleyen toplu­mu böyle cezalandırırız.
26. Andolsun ki, onlara da size vermediğimiz kud­ret ve serveti vermiştir. Onlara kulaklar, gözler ve kalb-Ier vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalbleri ken­dilerine bir fayda sağlamadı. Zira Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.
27. Andolsun biz, çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri tekrar tekrar açıkladık.
28. Allah'tan başka kendilerine yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine yardım etse­lerdi ya! Hayır, onlardan kaybolup gittiler. Bu onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.
29. Hani cinlerden bir grubu, Kur'ân'ı dinlemele­ri için sana yöneltmiştik, Kur'ân'ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) "Susun" demişler, Kur'ân'ın o-kunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dön­müşlerdi.
30. "Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirileni, kendinden öncekini doğrulayan, Hak­ka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik."
31. "Ey kavmimiz! Allah'ın da'vetçisine uyun. Ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun."
32. Allah'ın da'vetçisine uymayan kimse yeryü­zünde Allah'ı âciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah'dan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar, apa­çık bir sapıklık içindedirler.
33. Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölçüleri diriltmeye de gücünün yettiğini görmüyorlar mı? Evet O, her şeye kadirdir.
34. İnkâr edenlere, ateşe sunulacakları gün "Na­sıl, bu gerçek değil miymiş?" denildiğinde "Evet, Rab-bimize andolsun ki gerçekmiş" derler. Allah: "Öyleyse inkâr etmenizden dolayı azabı tadın!" der.
35. O hâlde peygamberlerden azim sahibi olan­ların sabrettiği gibi sen de sabret. İnkarcılar hakkında acele etme, onlar va'dedildikleri azabı gördükleri gün, sanki dünyada, gündüzün sâdece bir saati kadar kaldık­larını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış toplu­luklardan başkası helak edilir mi hiç?!

Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti

Yüce Allah önceki âyetlerde bazı bedbahtların durumunu anlattıktan sonra, ardından kâfirlerin âhiretteki hallerini anlattı. Sonra da güçlü ve kuv­vetli olmalarına rağmen taşkınlıkları yüzünden Allah'ın helak ettiği Ad kavmi kıssasını anlattı. Bütün bunları, yalanlama ve taşkınlığın âkibetini Kureyş kâfirlerine hatırlatmak için nakletti. Bu mübarek sûreyUşittiklerinde Kur'an'a inanan ve kavmini imana çağıran bir grup cinnin kıssasını anlata­rak sona erdirdi. [37]

Kelimelerin İzahı

Hûn, horluk ve zillet demektir.
Ahkâf, büyük kum yığınları manasınadır. Bu kelime ke­limesinin çoğuludur. Hıkf, eğri, uzun ve büyük kum yığını demektir. Burada Ahkâf tan maksat Âd kavminin yurdudur.[38]
Bizi ayırasın ve çeviresin diye. Yalan söylemek demektir. And, ufukta görülen bulut.
Yok ediyor. Yok etmek demektir. da böyledir. Gönderdik, yönelttik.
Zayıflar, âciz kalır. Yorulmak ve âciz kalmak mânâsına ge­len mastarındandır. [39]

Âyetlerin Tefsiri

20. Ey Muhammedi Cehennem ateşinin üzerindeki örtünün kaldırılacağı ve ateşin kâfirlere görüneceği günü onlara hatırlat. O gün onlar ateşe baka baka ona yaklaştırılırlar. Bu cümlede hazif vardır. Yani, kınama ve azarlama yolu ile on­lara şöyle denilir: Siz güzel nimetlerinizi yok ettiniz. Yani, dünya lezzet­lerini elde ettiniz, arzularına kavuştunuz. Bugün artık âhirette payınız kal­madı. Ebû Hayyân şöyle der: Burada "tayyibât"tan maksat, yenilen, içilen, giyilen, döşenen, binilen ve refah ehli kişilerin faydalandığı diğer zevk ve lezzet verici nimetlerdir.[40] Siz dünyada, o lezzetli ve güzel ni­metlerden faydalandınız. Tefsirciler şöyle der: Âyetten maksat şudur: Siz iman etmediniz ki, âhiret nimetlerini elde edesiniz. Aksine iman ve itaati bırakıp dünya arzuları ve onun zevkleriyle meşgul oldunuz. Gençliğinizi inkâr ve isyan içersinde yok ettiniz. Geçici olanı, sonsuz olana tercih etti­niz. Artık bundan sonra, sizin için hiç bir nimet kalmadı. Artık bugün, yani hesap günü, zillet ve horluk azabına kavuşacaksınız. Bu, dünyada kibirlenip iman ve itaat et­meyişiniz ve Allah'a itaatten çıkmanız, günah işlemeniz ve isyan etmeniz yüzündendir. Fahreddin Râzî şöyle der: Bu âyet, nimetlerden yararlanmanın yasak olduğunu göstermez. Çünkü bu âyet kâfirler hakkında gelmiştir. Kâfir dünya nimetlerinden faydalanıp da. iman ve itaat ederek bunlara şükretmediği için Yüce Allah onu kınamıştır. Mü'mine gelince, o iman etmek suretiyle, nimeti verene şükrünü eda eder. Dolayısıyle, nimet­ten faydalanıyor diye kınanmaz. "De ki, Allah'ın, kullan için verdiği süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı?[41] mealindeki âyet bunun delilidir. Evet, refah içinde yaşamaktan sakınmanın daha iyi olduğu inkâr edilemez. Ömer'in (r.a.) şu sözü de bu mânâya yorumlanır: İsteseydim, elbette en güzel yemekleri yiyeniniz ve en güzel giyeniniz olurdum. Fakat ben güzel nimetlerimi âhiret hayatıma bırakmak istiyorum.[42] İbn Cüzey şöyle der: Bu âyet kâfirler hakkındadır. Az önce geçen, "O gün, kâfirler ateşe arz oluna­caklardır" mealindeki âyet de bunun delilidir. Bununla beraber bu âyet, tak­va sahibi mü'minler için öğüt verici niteliktedir. Bundan dolayı et satın al­dığını gördüğü Câbir b. Abdullah'a, Ömer(r.a.) şöyle demiştir: "Sizden biri­niz, bir şeye her iştalılandıkça onu karnına mı indirir?! Şu âyetin muhatabla-rmdan olmaktan korkmuyor musun? Onlar, Allah'ın, haklarında "Dünya ha­yatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız" buyurduğu kimselerdir."[43]
21. Ey Muhammedi İbret almaları için o müşriklere, Al­lah'ın peygamberi Hud (a.s.)'un, kavmi Âd ile olan kıssasını anlat, Hani o bir zamanlar, Ahkâf ta oturmakta olan kavmini, iman etmez­lerse Allah'ın azabına çarpılacaklarına dâir uyarmıştı. Ahkâf, Yemen ülkesinde, büyük kum tepeleridir. İbn Kesîr şöyle der: Ahkâf, "kum dağı" mânâsına gelen "hıkf" in çoğuludur. Katâde şöyle der: Bunlar Yemen'de bir kabile olup, kumluk bölgede, denize yakın Şahr denilen bir yerde yaşarlar­dı.[44] Hud'tan önce de sonra da, uyarıcı pey­gamberler gelip geçmiştir. Bu bir ara cümlesidir. Hud (a.s.)'tan önce de son­ra da, Yüce Allah'ın peygamberler gönderdiğini haber vermektedir. Hud (a.s) onlara şöyle diyerek sakındırdı: Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Allah'tan başkasına ibadet ederseniz, başınıza korkunç bir günün yani kıyamet günü azabının gelmesinden korka­rım. [45]
22. Onun uyarmasına cevap olarak şöyle dedi­ler: Ey Hûd! Bizi, ilahlarımıza tapmaktan vaz geçirmek için mi geldin? Bu bir soru olup, kendilerini hakka çağırdığı için, Hud (a.s.)'ı cehalet ve beyin­sizlikle itham etmek maksadıyla sorulmuştur. Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit ettiğin azabı getir. İbn Kesîr şöyle der: Vuku bulacağını uzak gördükleri için, Allah'ın azabının çabuk gelmesini istediler.[46]
23. Hud (a.s.) onlara dedi ki, azabın ne zaman ge­leceğini ben bilmem. Onu ancak Allah bilir. Ben ancak, Allah'ın benimle size gönderdiğini tebliğ ediciyim. Fakat ben, azabın çabucak gelmesini istemenizden dolayı, sizi cahil bir kavim olarak görüyorum. [47]
24. Göğün ufkunda ve vadilerine doğru yönelip gelmekte olan bulutu gördüklerinde sevindiler. "Bu bulut bize yağmur getirecek" dediler. Tefsirciler şöyle der: Âd kavmi­ne yağmurun yağması gecikmiş, uzun süre kıtlığa maruz kalmışlardı. Gel­mekte olan o bulutu gördüklerinde, onun yağmur olduğunu zannettiler ve buna çok sevindiler. "Bu, bize yağmur getirecek bir buluttur" dediler, Hud (a.s.) onlara dedi ki: O, sizin sandığınız gibi yağmur değil­dir. Aksine o, hemen gelmesini istediğiniz azaptır. Yüce Allah bunu şu sö­züyle açıklamıştır O, helak edici şiddetli bir rüzgârdır. Onda elem verici korkunç bir azap vardır. [48]
25. O rüzgar, Yüce Allah'ın izni ve emriyle, uğradığı insanların, hayvanların ve malların hepsini harap edip yok eder. İbn Abbas şöyle der: Rüzgâr ilk defa Âd kavmine gelmiştir. İnsanlara ve hayvanlara gelip onları yerden kaldırarak göğe savururdu. Hattâ onlar tüy gibi olurdu. Sonra onları yere vururdu. Bunun üzerine evlerine girip kapıla­rını kapattılar. Fakat rüzgâr kapıları kırıp onfarı yok etti. İşte Yüce Allah'­ın, "o rüzgâr, Rabbinin emri ile her şeyi helak eder" mealindeki âyetinde anlatılan budur. Yani o rüzgar, Ad kavminden rastladığı insan ve malın hepsini yok eder. Tedmîr, yok etmek demektir.[49] Rivayete göre, Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: Rasulullah (s.a.v) herhangi bir bulut veya rüzgâr gördüğünde, yüzünde bir hoşnutsuzluk görülürdü. Dedim ki, "Ey Allah'ın Rasulü! İnsanlar bulut gördüklerinde, yağmur yağacak ümidiyle sevinirler. Sen bir bulut gördüğünde, ise yüzünde bir hoşnutsuzluk belirdiğini görüyo­rum" Hz. Peygamber(a.s.) şöyle buyurdu: "Ey Âişe! O bulutta bir azap olup olmayacağından emin değilim. Belki de onda, bir kavim rüzgârla ceza­landırıldığı azap vardır. Bir kavim o azabı görmüş te, "İşte bu, bize yağmur getirecek bulut!" demişti.[50] Bunun üzerine helak ol­dular. Evlerinden başka bir şey görünmez oldu. Çünkü rüzgâr, onlardan kalıntı ve boş yurtlardan başka bir şey bırakmadı, İşte suçlu isyankârı, böyle şiddetli bir azapla cezalandırırız. Fahreddin Râzî şöyle der: Maksat, Mekke halkını korkutmaktır.[51] Bunun içindir ki Yüce Allah daha sonra şöyle buyurdu: [52]
26. Buradaki olumsuzluk edatı olup manasınadır. Yani, "ey Mekke halkı! Size vermediğimiz kuvvet, zenginlik ve uzun ömrü Âd kavmine vermiştik.[53] Bu âyet, Mekke kâfirlerine tehdit yollu bir hitaptır. Onlara kulak, göz ve kalp verdik ki, o nimetleri bilsinler ve onlarla, nimeti veren yaratıcının varlığına delil getirsinler, Bu duyu organları hiçbir fayda vermedi ve Allah'ın azabından herhangi bir şeyi onlardan sav­madı. Fahreddin Râzî şöyle der: Yani, biz onlara nimet kapılarını açtık. Onlara kulak verdik. Fakat onu delilleri dinlemek için kullanmadılar. Onla­ra göz verdik Fakat onu ibretleri düşünmek için kullanmadılar. Onlara kalp verdik. Fakat onu Allah'ı tanıma yolunda kullanmadılar. Aksine bu kuvvet­leri, dünya ve onun lezzetlerini aramada kullandılar. Böyle olunca da, kuşkusuz o organlar, Allah'ın azabından hiçbir şeyi savma hususunda onlara fayda vermedi. Bu bölüm, önceki kısmın sebebini açıklar. Yani, çünkü onlar, Allah'ın peygamberlere indirilmiş olan âyetleri­ni inkâr ediyorlar ve peygamberleri yalanlıyorlardı. Alay ederek hemen gelmesini istedikleri azap inip onları kuşattı. [54]
27. Bu, Mekke kâfirlerini korkutan başka bir âyettir. Yani, ey Mekke halkı! Kuşkusuz ki, Âd, Semûd, Sebe' ve Lût kavmi gibi size komşu olan ve etrafınızda bulunan ülkeleri helak etmiştik. Ülke­lerin yok edilmesinden maksat, oralarda oturanların yok edilmesidir. Hüccetleri, delilleri, öğütleri ve apaçık mucizeleri tekrar tekrar gösterdik. İnkâr ve sapıklıklarından dönmeleri için bunları kendile­rine açıkladık. [55]
28. İddialarına göre, kendilerini Allah'a yaklaştıracak olan ve azabı onlardan defetmek için kendilerine şefaatçi kıldıkları ilahları onlara yardım etseydi ya ?! Âyetteki edatı, teşvik edatı olup manasınadır. Olumsuzluk mânâsı ifade eder. Yani ilah­ları onlara yardım etmedi ve Allah'ın azabını onlardan savmadı, demektir. Bilakis kendilerine en çok muhtaç iken, ilahları, onları yardım­sız bırakmış onlara görünmemişlerdir. Kuşkusuz, dostun dostluğu sıkıntı anında belil olur. Ebussuûd şöyle der: Âyette, onlarla alay ifadesi vardır. İlahların yardım etmemeleri, sanki orada bulunmamalarından ileri gelmek­tedir.[56] Onların başlarına gelen azap, yalanları ve Allah'a karşı iftiralarıdır. Çünkü onlar, putların, Allah'ın ortakları ve Allah katında kendilerine şefaatçi olduklarını iddia etmişlerdi. [57]
29. Ev Muhammedi Hatırla ki, bir zamanlar, Kur'an'ı dinlemeleri için bir grup cinni sana göndermiştik. Bey-zavî şöyle der: Nefer, on kişiden daha az olan topluluk demektir. Rivayete göre, Resulullah (s.a.v), Taiften dönerken, Nahle vadisinde bulunduğu sıra­da cinler ona gelmişler, teheccüd namazında Kur'an okurken dinlemişler­di.[58] Cinler, Kur'an okunurken orada bulunduklarında bir­birlerine, "Kur'an'ı dinlemek için susun" dediler. Kurtubî şöyle der: Bu, Kureyş müşriklerini bir kınamadır. Yani, cinler Kur'an'ı dinledi, Allah katın­dan olduğunu anladı ve iman ettiler. Halbuki siz, ondan yüz çevirip İsrarla inkâr ediyorsunuz.[59] Kur'an'ın okunması sona erince, iman etmedikleri takdirde Allah'ın azabına uğrayacaksınız diye onları uyarmak üzere kavimlerine döndüler. Fahreddin Râzî şöyle der: Onların uyarıları, ancak kendileri iman ettikten sonra olur. Çünkü onlar ancak ken­dileri iman ettikten sonra, başkalarını Kur'an dinlemeye ve onu tastik et­meye da'vet edebilirler.[60]
30. Dediler ki, "Ey kavmimiz! Biz, Musa'dan sonraki bir peygambere indirilmiş olan yüce ve parlak bir kitabı dinledik. İbn Abbas şöyle der: Cinler, İsa (a.s.)'mn peygamber olarak gönderilme olayını işitmemişlerdi.[61] O kitap, kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirilmiştir. O Kur'an apaçık hakka ve Allah'ın dosdoğru dinine giden yolu gösteriyor. [62]
31. Ey kavmimiz! Muhammed (a.s.)'in size yaptığı "iman" çağrısını kabul edin ve peygamberliğini tasdik edin. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı siler ve sizi elem verici, şiddetli bir azaptan kurtarır. [63]
32. Kim Allah'a inanmaz ve pey­gamberinin davetini kabul etmezse, bilsin ki, o, Allah'ı kendini takipten aciz bırakamaz ve kaçıp kurtulamaz. Onu, Allah'ın azabından koruyacak yardımcıları da yoktur. Allah'ın dave­tini kabul etmeyenler, apaçık bir ziyan içindedirler. Burada, Kur'an'ı dinle­miş olan cinlerin sözü sona ermektedir.
Bundan sonra Yüce Allah, birliğini ve gücünü gösteren delilleri an­lattı: [64]
33. Öldükten sonra dirilmeyi ve haşri inkâr eden o kâfirler bilmezler mi ki, daha önce bir benzeri olmadan, başlangıçta gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratırken yorul­mayan ve zayıf duruma düşmeyen yüce ve güçlü olan Allah ölüleri, yok olduktan sonra tekrar diriltmeye ve vücutları parçalandık­tan sonra onlara yeniden hayat vermeye de gücü yeter. Evet, kuşkusuz Yüce Allah'ın her şeye gücü yeter. Hiçbir şey O'nu acze dü­şüremez. Onları önce yarattığı gibi tekrar diriltebilir. [65]
34. Muhammed! O müşriklere, âhirette görecekleri sıkıntı ve şiddetli olayları anlat. Ateşe sunulacakları günü hatırlat. O zaman onlara " Tadacağınız bu azap hak değil mi?" denir. "Bu bir büyü müdür? Yoksa siz mi görmüyorsunuz?"[66] Der­ler ki: Evet, Rabbimizin izzetine yemin olsun ki, haktır. Kurtulma ümidiy­le, sözlerini yeminle pekiştirirler. Fahreddin Râzî şöyle der: Âyetten mak­sat, onlarla alay etme, Allah'ın va'di ve tehdidi ile alay etmeleri ve "Biz asla azaba uğratılacak değiliz"[67] demelerinden dolayı onları kınamadır.[68] Onlara, "inkârınızdan dolayı, elem verici azabı tadınız" denilir. [69]
35. Değerli peygamberlerin meşhurları­nın sabrettiği gibi, müşriklerin eziyetlerine sabret. O peygamberler Nûh, İbrahim, Mûsâ ve îsa (aleyhimu's-selâm) dır. Kureyş kâfirleri­ne çabucak azap edilmesi için beddua etme. Çünkü o azap, kuşkusuz onla­ra inecektir, Âhirette azabı açıkça görecekleri zaman, sanki onlar dünyada, gündüzden bir saat kadar kalmışlardır. Azabın şiddetini ve uzunluğunu gördükleri zaman böyle oldu­ğunu sanarlar. Bu bir bildiri ve bir uyarıdır. Helak ve ölüm, sadece, Allah'a itaattan çıkan kafirler içindir. [70]

Bir Uyarı

Tefsirciler şöyle der: Cinler, göklerde konuşulanları gizlice dinliyor­lardı. Gökler ateş parçaları ile korununca, İblis: "Göklerde meydana gelen bu olay, yerde meydana gelen bir işten dolayıdır" dedi ve haberi almak için birliklerini gönderdi. Cinlerin ileri gelenlerinden bir kafile, Nusaybin'den Tihâme'ye gitti Batn-ı Nahle'ye vardıklarında, namaz kılıp Kur'an okumak­ta olan Peygamber (a.s.)'i duydular ve "susun" deyip onu dinlediler. Rasu-lullah (s.a.v) okumayı bitirince iman ettiler sonra da, kavimlerini uyarmak üzere döndüler ve onları imana çağırdılar. Bundan sonra cinler peygamber (a.s.)'e topluluklar halinde geldiler. İşte bu olay, "Hani bir grup cinni sana göndermiştik" mealindeki âyetin, nüzul sebebidir. [71]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek sûre, birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. "Bundan önceki bir kitabı bana getirin" âyetindeki emir, acze düşürmeyi ifade eder. Bu emirden maksat, muhatabı acze düşürmektir,
2. Arasında cinâs-ı iştikak vardır.
3. Arasında tıbâk sanatı vardır.
4. "Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik" âyetinden sonra, Annesi onu zahmetle taşıdı" âyetinin gelmesi, umumdan sonra hususun zikridir. Bu anne hakkının büyüklüğünden dolayı ona daha çok ilgi göstermek ve önem vermek içindir.
5. "Onu taşıdı" ile onu doğurdu" arasında tıbâk vardır.
6. "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" cümlesi hasr ifade eden bir kalıptır.
7. "Herkesin, yaptıklarına göre dereceleri vardır" cümlesinde istiare vardır. Yüce Allah, "dereceler"i, bahtiyar ve bedbaht­ların mertebeleri yerinde müsteâr olarak kullandı.
8. "Siz, temiz nimetlerinizi dünya hayatı­nızda yok ettiniz" cümlesinde, kınama ve azarlama ile birlikte hazif yoluy­la îcâz vardır. "Onlara şöyle denilir" takdirindedir.
9. "Onlara kulak, göz ve kalpler vermiştik" âyetinden sonra gelen, Fakat kulak­ları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı" cümlesinde lafzın tek­rarı ile itnâb yapılmıştır. Bu da onların yaptıklarının çirkin ve âdi olduğu­nu daha çok vurgulamak içindir.
10. Gibi âyet sonlarında, kelamın güzelliğini ve nazmın hoşluğunu artıran uygunluk vardır. Bu, güzelleştirici edebî sanat­lardandır.
Allah'ın yardımıyla "Ahkâf Sûresi"nin tefsiri bitti. [72]


[1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/55.
[2] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/56.
[3] Tefsîr-i kebîr, 28/7
[4] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/60-61.
[5] Geniş bilgi için, bkz. Bakara sûresi'nin ük âyeti
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/61.
[6] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/61.
[7] İbrahim sûresi, 14/48
[8] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/61.
[9] Bahr, 8/55
[10] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/61-62.
[11] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/62.
[12] Kasas sûresi, 28/63
[13] Meryem sûresi, 19/82
[14] Bkz. Tefsîr-i kebîr, 28/6
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/62.
[15] Bahr, 8/56
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/62.
[16] Bahr, 8/56
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/62-63.
[17] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/63.
[18] Keşşaf, 4/236
[19] Abdullah b. Selam'ın (r.a.) İslama girişi Buhârî'de genişçe anlatılmıştır. Bkz. Buhâri, Menâkıbu'l-Ensâr, 19.
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/63-64.
[21] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/31
[22] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/64.
[23] Tefsîr-i kebîr, 28/12
[24] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/64-65.
[25] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/65.
[26] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/65.
[27] Lukman sûresi, 31/14
[28] Muhtasar-ı tbn Kesir, 3/319
[29] Alimler, "Bundan dolayı 40 yaşından küçük peygamber gönderilmemiştir" dediler.
[30] Beyzâvî Haşiyesi, 3/336
[31] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/320
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/65-66.
[32] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/66.
[33] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/66.
[34] Kurtubî, 16/198. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/239; 6/441
[35] Tefsîr-i kebîr, 28/23, Bu, İbn Kesîr, Kurtubî, Ebussuûd ve Ebû Hayyân gibi araştırmacı tefsircilerin tercihidir.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/66-67.
[36] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/67.
[37] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/71.
[38] Kurtubî, 16/203
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/71.
[40] Bahr, 8/63
[41] A'raf sûresi, 7/32
[42] Tefsîr-i kebîr, 28/25
[43] Teshil, 4/44
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/72.
[44] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/322
[45] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/73.
[46] A.g.e, gösterilen yer.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/73.
[47] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/73.
[48] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/73.
[49] Kurtubî, 16/206
[50] Buhari, Tefsîru'l-Kur'ân, 46/2.
[51] Tefsîr-i kebir, 28/29
[52] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/73-74.
[53] Bazı tefsircilere göre, buradaki zâiddir. Buna göre mânâ şöyle olur: Size verdiğimiz şeyleri onlara da vermiştik. Yani, size verdiklerimizin benzerini onlara da vermiştik. Önceki mânâ daha tercihe şayandır. Zira maksat şudur: Onlar sizden daha kuvvetli idiler. Buna rağmen Allan'ın azabından kurtulamadılar. Hal böyle olunca, sizin durumunuz nasıl olur? Tekrardan doğacak ağırlığı önlemek için, getirilerek, denilmedi.
[54] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/74-75.
[55] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/75.
[56] Ebussuûd, 5/69.
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/75.
[58] Beyzavî Haşiyesi, 3/341
[59] Kurtubî, 16/210
[60] Tefsîr-i kebîr, 28/32
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/75-76.
[61] Ebussuûd, 5/70
[62] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/76.
[63] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/76.
[64] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/76.
[65] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/76.
[66] Tur sûresi, 52/15
[67] Şuarâ', 26/138
[68] Tefsîr-i kebîr, 28/34
[69] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/76-77.
[70] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/77.
[71] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/77.
[72] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar neşriyat: 6/77-78.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder