MEÂRİC SÛRESİ

Hiç yorum yok
7

MEÂRİC SÛRESİ

Mekke'de inmiştir. 44 âyettir.

Takdim

Meâric sûresi, Mekke'de inen ve İslâm inanç esaslarını ele alan sûre­lerdendir. Kıyamet ve onun korkunç durumlarından; âhiret ve oradaki mut­luluk, bedbahtlık, rahatlık, yorgunluktan, mü'min ve kâfirlerin, hesap ve ebedîlik yurdundaki durumlarından bahseder. Bu mübarek sûrenin, üzerinde durduğu ana konu, Mekke kâfirleri; onların, öldükten sonra dirilmeyi ve haşri inkâr etmeleri ve Hz. Peygamber (a.s.)'in daveti ile alay etmeleridir.
Bu mübarek sûre, Mekkelilerin azgınlığı, Peygamber(a.s.)'e itaat hu­susunda inat göstermeleri ve korkutuldukları azap ve uyarı ile alay etmele­rinden söz ederek başlar. Kureyş'İn İleri gelenlerinden birinin, yani Nadr b. Hâris'in istediği şeyi, Mekkelilerin taşkınlığına bir misal getirir. Nadr, Allah'ın o âcil azabı kendisi ve kavmi üzerine indirmesini istedi ki, âhiretten önce onu dünyada tatsınlar. Bunu, aşırı derecedeki inat ve inkârından dolayı yapmıştı: "Bir istekli, yükselme vasıtalarının sahibi olan Allah katından inkarcılara gelecek ve hiç kimsenin savamayacağı azabı is­tedi."
Sonra bu sûre, göklerin yarıldığı, dağların uçuşup garip renklerle renk­lenmiş yün haline geldiği o korkunç günde kâfirlerin durumundan söz eder: "O gün gökyüzü, erimiş kurşun gibi olur. Dağlar da atılmış yüne döner. Dost, dostun halini sormaz. Birbirlerine gösterilirler. Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından kurtuluş için oğullarını, karısını, kardeşini.kendisini koruyan sülâlesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, kendini kurtarsın"
Bundan sonra sûre, insan tabiatını anlatmaya geçer. Şüphesiz insan, sıkıntı ânında sabırsızlaşır ve nimete sahip olunca da şımarır, fakir ve yok­sulun hakkını vermez: "Gerçekten, insan pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanıp feryat eder. İyilik elde edince de pinti kesi­lir."
Daha sonra sûre, mü'minleri ve onların taşıdığı yüce sıfatları ve üstün ahlâkı anlatır. Yüce Allah'ın, ebedîlik ve Naîm cennetlerinde onlar için hazırlamış olduğu büyük sevabı açıklar: "Ancak şunlar öyle değildir: Na­maz kılanlar ki, onlar namazlarında devamlıdır. Mallarında, isteyene ve mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar..."
Daha sonra sûre, Peygamberle (s.a.v.) alay eden ve Naîm cennetle­rine girmeyi arzu eden kâfirlerden söz eder: "O kâfirlere ne oluyor ki, bölük bölük, sağından ve solundan sana doğru koşuyorlar. Onlardan herbiri Naîm cennetine sokulacağını mı umuyor. Hayır, şüphesiz biz onları, bildikleri şeyden yarattık."
Bu mübarek sûre, öldükten sonra dirilme ve hesabın, şüphesiz bir gerçek olduğuna ve Yüce Allah'ın, onlardan daha iyisini yaratabileceğine dâir, Alemlerin Rabbine büyük yemin ederek sona erer: "Şu halde, öyle değil! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, onların yerine daha iyilerini getirmeye şüphesiz bizim gücümüz yeter. Hiç kimse de bizim önümüze geçemez... Gözleri horluktan, aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edile geldikler gündür." [1]
Bismillâhirrahmânirrahîm
1, 2, 3. Bir istekli, yükselme vasıtalarının sahibi olan Allah katından inkarcılara gelecek ve hiç kimse­nin savamayacağı azabı istedi!
4. Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı elli-bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.
5. Şimdi sen güzelce sabret.
6. Doğrusu onlar, o azabı uzak görüyorlar.
7. Biz ise onu yakın görmekteyiz.
8. O gün gökyüzü, erimiş maden gibi olur,
9. Dağlar da atılmış yüne döner,
10. Dost, dostun halini sormaz.
11, 12, 13, 14. Birbirlerine gösterilirler. Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından (kurtuluş için) oğul­larını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındı­ran aşiretini ve yer yüzünde kim varsa hepsini fidye o-larak versin de, tek kendini kurtarsın.
15. Fakat ne mümkün! Bilinmeli ki, o cehennem alevlenen bir ateştir.
16. Derileri kavurup soyar.
17, 18. Yüz çevirip geri dönen, toplayan yığan kim­seyi çağırır!
19. Gerçekten insan, pek dar gönüllü yaratılmış­tır.
20. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, fer-yad eder.
21. İyilik dokunduğunda ise, pinti kesilir.
22, 23. Ancak şunlar öyle değildir: Namaz kılan­lar, ki onlar namazlarımda devamlıdır.
24, 25. Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar;
26. Ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inanan­lar;
27, 28. Rablerinin azabından korkanlar, ki RabIerinin azabi(na karşı) emîn olunamaz;
29, 30, 31. Irzlarını koruyanlar - Ancak eşlerine ve cariyelerine karşı müstesna; bunlar kınanmaz. Bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların tâ ken­dileridir-;
32. Emânetlerine ve ahidlerine riâyet edenler;
33. Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar;
34. Namazlarını koruyanlar;
35. İşte bunlar, ikramlara mazhar kılınanlar ola­rak cennetlerdedirler.
36, 37. (Resulüm!) O kâfirlere ne oluyor ki, bölük bölük sağından ve solundan sana doğru koşuyorlar.
38. Onlardan her biri nîmet cennetine sokula­cağını mı umuyor?
39. Hayır Şüphesiz biz onları, kendilerinin de bil­dikleri şeyden yarattık.
40, 41. Doğuların ve batıların Rabbine yemin ede­rim ki, şüphesiz onların yerine daha iyilerini getirmeğe bizim gücümüz yeter, kimse bizim önümüze geçemez.
42. Ama sen onları bırak da, tehdit edildikleri gün­lerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynayadursunlar.
43, 44. O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyor­lar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden hızla çıkar­lar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!

Kelimelerin İzahı

Meâric, yükselme âleti mânâsına gelen kelimesinin, gulu olup, kendisiyle insanın yükseldiği vasıtalardır. Göğe yükseln demektir. Hz. Peygamber (a.s.)'in miVâcı da bu köktendir. : Mühl, erimiş bakır demektir.
Ilın, atılmış renkli yün manasınadır.
Fasile, kişinin, kendilerinden doğup ayrılarak bir kol haline geldiği aşireti.
Lezâ, cehennemin adıdır. Ateşi alev alev yandığı için ona bu ad verilmiştir.
Şevâ, başın derisi mânâsına gelen kelimesinin çoğuludur. A'şâ şöyle der:
Kuteyle dedi ki, ona ne oldu ki, başı bembeyaz oldu?[2]
Helû', çok sabırsız, çok sızlanan demektir. Ebû Ubeyde şöyle der: Kendisine iyilik geldiğinde şükretmeyen; zarar geldiğinde sabret­meyen demektir.[3]
Izîn, dağınık topluluklar demektir. Dağınık topluluk mânâsı­na gelen îjc kelimesinin çoğuludur. Şâir şöyle der:
Koşarak ona geldiler ve neticede minberinin etrafında grup grup oldular.[4]
Koşuyorlar. Deve hızlı yürüdüğünde denir. [5]

Nüzul Sebebi

İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (s.a.v) Nadr b. Ha­ris 'i Allah'ın azabıyla korkutunca Nadr şöyle dedi: "Allah'ım! Eğer bu ki­tap Senin katından gelmiş bir gerçekse, üzerimize gökten bir taş yağdır"[6] Bunun üzerie Yüce Allah, "Bir istekli, inkarcılara gelecek ve hiç kimsenin sayamayacağı azabı istedi" mealindeki âyeti indirdi.[7]

Âyetlerin Tefsiri

1. Mekke kâfirlerinden biri, kendisi ve kavmi için, mutlaka gelecek olan bir azabın inmesi için dua etti. Tefsirciler der ki: Azabın gelmesini isteyen, Kureyş'in ileri gelen kâfirlerinden Nadr b. Hâris'tir. Rasulullah (s.a.v) kendisini Allah'ın azabı ile korkutunca alay ederek şöyle dedi: "Allah'ım! Eğer bu kitap Senin katından gelmiş bir gerçekse, üzerimize gökten bir taş yağdır veya bize elem verici bir azap getir". Bu sebeple Yüce Allah, Onu Bedr savaşında helak etti ve Nadr çok kötü bir şekilde öldü. İşte bu âyet onu kınayarak indi. [8]
2. O adam, kâfirlere bu azabın gelmesi için dua etti. Allah o azabın vuku bulmasını istediğinde, onu geri çevirecek hiçbir güç bulunmaz. İster istesinler, ister istemesinler, o azab mutlaka onlara gelir. Azap indiğinde o asla kaldırılamaz veya savılamaz. [9]
3. O, Yüce Allah katından gelir. Allah, meleklerin yükseldiği ve O'nun emrini ve vahyini indirdiği yükselme vasıtalarının sa­hibidir.
Bundan sonra Yüce Allah bunu şu sözüyle açıkladı: [10]
4. İtaatkâr melekler ve Allah'ın vahiyle görevlendirdiği Cebrâil(a.s.)[11] Yüce Allah'a yükselirler. Bu, dünya senelerinden ellibin sene süren uzun bir günde olacaktır. İbn Abbâs şöyle der: O gün, kıyamet günüdür. Allah onu kâfirler için ellibin sene kadar kılmıştır. Sonra, yerleşmek üzere cehenneme girerler.[12] Tefsir­ciler şöyle der: Bu âyetle, Secde sûresi'ndeki "Miktarı bin sene olan bir günde" mealindeki âyeti şöyle uzlaştırabiliriz. Şüphesiz kıyamette birçok durak ve toplanma yeri vardır. Orada 50 toplanma yeri vardır ve her yerde bin sene kalınır. Bu uzun müddet mü'mine çok hafif gelir. O kadar ki, bir farz namazından daha hafif olur.[13]
5. Ey Peygamber!. Kavminin alay ve eziyetlerine sab­ret ve sızlanma. Çünkü Allah, onlara karşı Senin yardımcmdır. Bu, peygam­ber (s.a.v.)'e bir tesellidir. Zira, azabı acele İstemek, Allah'ın Rasulü ile alay şeklinde olmuştur. Dolayısıyle Allah O'na sabrı emretmiştir. Kurtubî şöyle der: Güzel sabır, içinde hiç sızlanma bulunmayan ve Allah'tan başkasına şikayet olmayan sabırdır.[14]
6. O alay edenler azabı uzak görüyor ve olmayacağına inanıyorlar. Çünkü onlar Öldükten sonra dirilmeye ve hesaba inanmıyorlar. [15]
7. Biz ise onu yakın görüyoruz. Çünkü her gelmekte olan şey yakındır.
Bundan sonra Yüce Allah, azabın şiddetini, dehşetini ve kıyamet gü­nünün sıkıntılı hallerini anlatmak üzere şöyle buyurdu: [16]
8. O gün gök, birbirine tutunmaksızın, erimiş kurşun gibi akıcıdır. İbn Abbâs şöyle der: "Yani zeytin yağı tortusu gibi akar"[17]
9. Dağlar, rüzgar uçurttuğu zaman renklenen ve uçuşan yün gibi dağınık olur ve uçuşur. Kurtubî şöyle der: Kırmızı veya renkli yün demektir. Yüce Allah dağları, çeşitli renkleri alma hususunda yüne benzetti. Dağların ilk değişikliğe uğraması akan kum haline gelmesi şeklinde olur. Sonra renkli yün haline gelir, daha sonra da dağılmış toz ha­line gelir.[18] İşte, göklerin ve yerin o korkunç gündeki durumu budur. Mahlûkâtın durumuna gelince, o da, Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, şöyledir: [19]
10. Hiçbir dost, dostunun, hiçbir akraba akrabasının durumunu sormaz. Çünkü her insan kendi derdiyle meşguldür. Bu, onları sa­ran korku ve dehşetin şiddetinden dolayıdır. [20]
11, 12. Birbirlerine gösterilirler. Yani birbirlerini görür ve tanırlar. Hattâ kişi babasını, kardeşini, akrabalarını ve aşiretini görür. Fa­kat ona ne bir şey sorar, ne de onunla konuşur. Nitekim Yüce Allah meâlen şöyle buyurmuştur: "İşte o günde kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan herbirinin, kendisine yete­cek kadar işi vardır". İbn Abbâs şöyle der: "Onlar onlara gösterilir"den maksat, "Birbirlerini tanır, tanışır, sonra da birbirlerinden kaçarlar" demektir,[21] yani inkâr eden ve yalanlayan, Allah'ın azabından kendini kurtarmaya karşılık, kendisi için dünyada en değerli olan oğul, eş ve kardeşi verip kurtulmayı temennî eder. [22]
13. Kendisine kucak açıp barındıran ve başına gelen musibetlerde dayanağı olan aşiretini de fidye olarak verip kurtulmak ister. Sadece bunu değil, aksine bütün yeryüzündekileri fidye olarak vermeyi ister. [23]
14. Yeryüzünde bulunan insanların ve diğer varlıkların hepsini fidye verip Allah'ın azabından kurtulmak ister. Fakat kâfirin azaptan kurtulması, yahut fidyenin onu şiddetli sıkıntı ve kötü du­rumlardan kurtarması ne kadar uzaktır!. Fahreddin Râzî şöyle der: Âyette geçen "sonra" kurtuluşun uzak görüldüğünü ifade eder. Yani kâfir, bütün bunların eli altında olmasını ve onları kendisi için fidye verip sonra bunun kendisini kurtarmasını ister. Fakat, heyhat bu onu nasıl kurtaracak![24]
15. Buradaki men etmek ve azarlamak mânâsım ifâde eder. Yani, o günahkâr kâfir bu kuruntulardan vazgeçip bıraksın. Hiçbir fid­ye onu Allah'ın azabından kurtaracak değildir. Aksine onun önünde, ateşi alevlenen cehennem vardır. [25]
16. Isısının şiddetiyle, insanın başının derisini soyar.[26] Daha fazla işkence ve azap edilmesi için, başın derisi her soyuldukça tek­rar eski haline döner. Deri, bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etki­lenen bölümü olduğu için, Yüce Allah özellikle onu zikretti. [27]
17. Cehennem, Allah'ı yalanlayan ve imandan yüz çevirenlere seslenir. İbn Abbâs şöyle der: Cehennem, münafık ve kâfirleri fasih bir dille isim isim çağırarak şöyle der: "Bana gel ey kâfir! Bana gel ey münafık!" Sonra, kuşun taneleri topladığı gibi onları toplar.[28]
18. Malı toplayıp onu kasa ve sandıklarda saklayıp depo eden ve o maldan Allah'ın ve fakirlerin hakkım ödemeyenlere seslenir. Tef-sirciler şöyle der: Bu âyet, cimrilik yapıp malı vermeyen, onu biriktirmeye düşkün olup hayır yolunda harcamayan ve Allah'ın ve fakirlerin hakkını on­dan çıkarmayan kimseler için bir tehdittir. Hasan Basrî şöyle derdi: Ey Âdemoğlu! Allah'ın tehdidini işittin. Sonra da helal-haram demeden dünya malını topladm.
Bundan sonra Yüce Allah, insan tabiatından ve yaratılışında bulunan, dünya malına şiddetli hırsından haber vermek üzere şöyle buyurdu: [29]
19. Şüphesiz insan sabırsız ve telaşlı bir tabiatla yaratılmıştır. Belâya sabredemez, nimetlere de şükretmez. Tefsirciler şöy­le der. Hela', çok hırslı ve sabrı az olmaktır. Bir kimse acıkıp sabredemezse midenir.[30] Buradaki "insan" dan maksat, istisnanın da gösterdiği gi­bi, bütün insanlardır. İstisna, umûm için bir ölçüdür.
Bundan sonra Yüce Allah bunu şu âyetiyle açıkladı: [31]
20. Ona herhangi bir fakirlik, veya hastalık veya kor­ku gibi arzu edilmeyen bir şey geldiğinde, çokça sızlanır. Her tarafını yeis ve ümitsizlik sarar. [32]
21. Zenginlik, sıhhat ve bol nzık gibi, bir hayır isabet edince, aşırı derecede cimri olur. Yani ona fakirlik isabet ettiğinde sabret­mez. Allah onu zengin kılınca da, Allah yolunda harcamaz. İbn Keysân şöyle der: Allah insanı, kendisini sevindiren şeyi seven, hoşlanmadığı şey­den de kaçan bir varlık olarak yarattı. Sonra, sevdiği şeyleri Allah yolunda harcamak ve sevmediği şeylere sabretmek suretiyle kendisine kulluk etme­sini istedi.[33]
22. Ancak namaz kılanlar sabırsız değildir. Yüce Allah, na­maz kılanları, sabırsızlıkla nitelenen insanlardan istisna etti. Çünkü namaz onları, dünyaya daha az önem vermeye teşvik eder de dünyanın kötülüğüne sabırsızlık göstermezler ve nimetleri hususunda da cimrilik yapmazlar. [34]
23. Onlar namazlarını edaya devam ederler. Hiçbir şey onları namazdan alıkoymaz. Zira onların ruhları, kendilerini Al­lah'tan gelen güzel esintilere arzettikleri için, hayat kirlerinden arınmıştır. [35]
24. Onların mallarında, Allah'ın üzerlerine farz kıldığı belirli bir pay yani zekât vardır. [36]
25. Bu zekât, el açıp insanlardan isteyen fakir için ve is­temekten utanan, dolayısıyle zengin sanılarak mahrum kalan kimse içindir. Nitekim Yüce Allah meâlen, "Bilmeyen kimse, onları, kendilerini iffetli görünmeye zorlamalarından dolayı zengin zanneder"[37]
26. Onlar, hesap ve ceza gününe inanırlar. Onun vuku bulacağına seksiz şüphesiz inanırlar. Dolayısıyle iyi ameller yaparak o güne hazırlanırlar. [38]
27. Onlar kendileri için, Allah'ın azabın­dan korkanlardır. Sevabını umar, azabından korkarlar. [39]
28. Çünkü insana, Allah'ın azabından emin olmak yakışmaz. Ancak Allah'ın, kendisini emin kıldığı ve işlerinde sonuçları itibariyle güven sağladığı kimseler hariç. İşte o, Allah'a inanıp azabından korkanlar var ya, dünya onları az aldatır veya dünya nimetleri onları az şımartır veya kaybettikleri dünya nimetlerine az üzülürler. Dünya nimetle­rini kaybetmeleri veya kazanmaları onlar için birdir. Çünkü onlara bir kötülük geldiğinde sabırsızlıktan alıkoyacak ve bir hayır geldiğinde de onu vermemekten kendilerini menedecek kadar, Allah'ın azametini ve varacak­ları yeri düşünürler.
Bundan sonra Yüce Allah hayır işlemeye ve itaat etmeye muvaffak olan beşinci grubu anlatmak üzere şöyle buyurdu: [40]
29. Onlar iffetli kimselerdir. Haram işlemez ve günahlarla kirlenmezler. Kendilerini zina ve fuhuştan korumuşlardır. [41]
30. Onlar sadece, Allah'ın kendileri için helal kıldığı nikâhlı eşlerine ve cariyelerine yaklaşırlar. Onlar bu husu-sta kınanmazlar. Zira eşler ve cariyeler gibi Allah'ın mubah kıldığı yerlerde şehveti gidermek helal olup bunun için insana sevap verilir. Çünkü bunda nesli ve zürriyeti çoğaltmak vardır. [42]
31. Şehvetini gidermek için kim, eşler ve cariyelerden başka bir şey isterse, Allah'ın sınırlarını aşmış ve kendisini O'nun azabına sunmuş olur. Taberî şöyle der: Kim şehvetini tatmin için eşinden ve. cariyesinden başka bir yol ararsa, işte bunu yapanlar, 'haddi aşanların kendileridir. Onlar Allah'ın kendileri için helal kıldığı sınırı aşıp, O haram kıldığı yere geçmişlerdir, işte kınananlar bunlardır.[43]
32. Onlar emânetleri edâ eder ve ahitleri korurlar. Kendilerine emânet edilip güvenildikleri zaman hainlik etmez; söz verdiklerinde sözlerini bozmazlar. [44]
33. Onlar akraba olan ve olmayan herkes hakkında doğru şahitlik ederler. Gördüklerini gizlemez ve değiştirmezler. Aksine şahitliği, insanların hakları, ve menfaatleri korunacak şekilde tam olarak eda ederler. Emanetlerin içinde şahitlik de bulunduğu halde Yüce Allah onu tekrar özel olarak zikretti ki, onun faziletine dikkat çeksin. Çünkü şahitliği tam olarak yapmada, haklan yaşatmak; onu terketmede ise hakları kaybetmek vardır. [45]
34. yerilen sabırsızlık huyundan nefis­lerini temizlemeye Allah'ın muvaffak kıldığı mü'minlerin vasıflarından sekizincisidir. Yani onlar, namazın şartlarına riayet eder ve âdabına sarılır­lar. Özellikle namazda huşu' içinde bulunur, tefekkür eder ve Allah'ın kont­rolü altında olduklarını düşünürler. Aksi takdirde yapılan iş, bir takım şeklî hareketlerden ibaret olur ki, kul bunun meyvesini toplayamaz. Çünkü nama­zın faydası, kişiyi haramlardan alıkoymaktır: "Kuşkusuz namaz hayasızlık­tan ve kötülükten alıkoyar"[46] Namaz, İslâmın direği olduğu için, bu konu durmadan vurgulanmıştır. Bu iyi ve övülen amellerin başında ve sonunda namaz zikredilmiştir ki, kişi, İslâmın binasını oluşturan rükünler içinde onun mertebesini öğrensin.[47] Kurtubî şöyle der: Yüce Allah başlangıçta, mü'minlerin, "Onlar namazlarına devam edenlerdir" şeklindeki vasıflarını zikretti. Sonunda da, "Onlar namazlarını koruyanlardır" buyurdu. Devam ile muhafaza farklı şeylerdir. Onların namazlara devamı, onu edaya devam et­meleridir. Onlar namazı bırakmaz ve hiçbir şey sebebiyle namazdan alıkonmazlar. Mü'minlerin, namazı korumaları ise, namaz için güzelce abdest almaya, onu vakitlerinde kılmaya, rükünlerini tam yapmaya, sünnet­leri ve âdabı ile en mükemmel şekilde eda etmeye ve kötülükler işlemek suretiyle sevabının boşa gitmesinden onu korumaya riayet etmeleridir. Devam, namazın bizzat kendisi; muhafaza ise, namazın halleri ile ilgilidir.[48]
Yüce Allah, takva sahibi mü'minlerin vasıflarını anlattıktan sonra, onları bekleyen akıbet ve sonu anlatmak üzere şöyle buyurdu: [49]
35. Bu yüce sıfatlar ve değerli menkibelerle nite­lenmiş olan o kişiler, Naîm cennetlerine yerleşmişlerdir. Bu yüce sıfatlarla nitelendikleri için Yüce Allah onlara bu cennetlerde, çeşitli ve canlarının çektiği şeyleri ihsan ederek türlü türlü ikramlarda bulunmuştur. [50]
36. Ey Peygamber! O suçlu kâfirlere ne oluyor ki, boyunlarını uzatıp gözlerini çevirerek sana doğru koşuyorlar! Tefsirciler şöyle der: Müşrikler, halka halka Rasulullah (s.a.v)'ın etrafında toplanıyor, onun sözlerini dinliyor, onunla (s.a.v.) ve Ashâbıyla (r.anhum) alay ederek: "Eğer bunlar Muhammed'in dediği gibi cennete girerse, biz mutlaka onlardan önce gireriz" diyorlardı. Bunun üzerine bu âyet indi.[51]
37. Sağından ve solundan gelip bölük bölük, gruplar halinde oturarak konuşuyor ve hayret ediyorlar. Ebû Ubeyde şöyle der: Izîn, dağınık gruplar halinde demektir. Şu hadiste de bu kelime aynı mânâda kullanılmıştır: Niçin sizi, dağınık gruplar halinde görüyorum? Rablerinin katında melekler nasıl saf oluyorsa, öyle saf olsanız ya"[52]
38. Bu, azarlama ve sitem İle beraber inkâr ifâde eden bir sorudur. Yani, o kâfirlerden herbiri, son Peygamberi ya­lanladığı halde, Allah'ın, kendisini Naîm cennetlerine sokacağını mı zan­nediyor? [53]
39. Bu edat, azarlamak ve men etmeyi ifade eder. Yani, hayır, iş onların arzu ettiği gibi değildir! Onlar cennete asla giremeyeceklerdir. Biz onları pis şeylerden, nutfe, embiryon (alaka) ve bir par­ça etten yarattık. Mü'minlerden önce Naîm cennetlerine girme şerefini ner-den kazanıyorlar?! Oysa cennete girmelerini gerektiren herhangi bir fa­ziletleri yoktur. Cennete girmeye ancak Allah'a itaat edenler hak kazanır. Kurtubî şöyle der: Kâfirler, müslümanlarm fakirlerine karşı kibirli dav­ranıyor ve onlarla alay ediyorlardı. Onun için Yüce Allah "Biz onları bil­dikleri şeyden, yani pislikten, yarattık." Dolayısıyla böyle kibirlenmek on­lara yaraşmaz.[54] buyuruyor. [55]
40, 41. Güneş, ay ve yıldızların doğduğu ve battığı yerlere yemin ederim ki Biz, onları yok edip yerlerine onlardan daha üstün ve Allah'a daha itaatkâr bir kavim getirmeye kadiriz, Biz bundan âciz değiliz. [56]
42. Ey Peygamber! Onları bırak batıllarına dalsın ve dünyalarında oynaya dursunlar. Sen, Sana emrolunanla meşgul ol. Bu müşrikler için bir tehdit ve korkutma mânâsı taşıyan bir emirdir.
Tevbe ve pişmanlığın fayda vermeyeceği o zor gün ile karşılaşıncaya kadar onları bırak. [57]
43. Kabirlerinden çıkıp Mahşer yerine hızla gidecekleri gün sanki onlar kendilerinin ibadet etmek için dikmiş oldukları putlara doğru koşuyor ve yarışıyorlarmış gibi olacak­lardır. Yüce Allah kâfirlerin hesap yerine hızla gitmelerini, dünyada ilâh­ları ve tâğûtlarma hızla ve yarışarak gitmelerine benzetti. Bu teşbihte on­larla alay edilmiş ve akıllarının zayıflığı vurgulanmıştır. Çünkü onlar, bir tek olan Allah'a ibadeti bırakmış, ibadete layık olmayan şeylere ibadet etmişlerdir. [58]
44. Onların gözleri yere doğru eğik ve düşüktür. Allah'tan utandıkları için gözlerini kaldıramazlar. Her taraftan onları zillet ve horluk kaplamıştır. Yüzlerinde bu zillet ve kırıklığın alâmetleri vardır. Bu, dünyada tehdit edildikleri ve fakat alay edip ya­lanladıkları gündür. Bugün artık hesap ve cezalarını göreceklerdir!! [59]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek sûre bir çok edebî sanatı kapsamaktadır. 'Bunları aşağıdaözetliyoruz:
1. uzak ile yakın; sol ve doğular ile batılar arasında tıbâk vardır.
2. arasında cinâs-ı iştikak vardır.
3. "Melekler yükselir" den sonra Ruh da yükselir" ifadesi umûmdan sonra hususun zikri kabilindendir. Bu, Rûh'un yani Cebrail'in (a.s.) faziletine dikkat çekmek ve onu şereflendirmek içindir.
O gun gök, erimiş madenibi olur" âyetlerinde vech-i şebeh hazfedildiği için mürsel-mücmel teşbih vardır.
5. "Günahkâr kimse o günün azabından (kurtuluş için) oğullarını, karısını, kardeşini... ve yeryüzünde kim varsa hepsim vermek ister." Âyetinde durumun korkunç­luğunu açıklamak için husustan sonra umûm zikredilmiştir.
6. Ona fenalık dokunduğunda sızlanır, feryad eder." âyeti ile "İyilik dokunduğunda ise pinti kesilir." Âyeti arasında mukabele vardır.
7. "Onlardan her biri nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?" âyetindeki istifhâm-ı inkârı, kınama ve azarla­ma ifâde eder.
8. "Hayır! Biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık" âyetinde çok güzel ve parlak bir kinaye vardır. Anlatımda tam bir nezaket, güzel bir şekilde uyarı ve hatırlatma üslûbu kullanılarak en nazik bir ibare ve en vurgulu bir işaretle pis meniden kinaye yapılmıştır.
9. "Onlar sanki dikili bir şeye koşuyorlarmiş gibi..." âyetinde mürsel mücmel leşbîh vardır. Onların buna benzetilmele­rinde alay etme, akıllarının az olduğuna tariz ve ibadete layık olandan başkasına ibadet için koşmalarından dolayı rezil edici bir cehaletle tescil edilmeleri vardır.
10. gibi âyet sonlarında inci ve yakut kadar güzel seci' murassa' vardır. [60]

Bir Uyarı:

Yüce Allah, "Gerçekten insan çok sabırsız ya­ratılmıştır..." âyetleriyle insanın huylarına dikkat çekmiş ve insanın arzu­larına uyarak istediği şeylere koştuğunu, sabırsızlık ve tez canlılıkla aşırı gittiğini; kendisine bir iyilik geldiğinde cimrilik yaptığını, kötülük indi­ğinde ise şiddetle canı sıkıldığını açıklamıştır. Bundan sonra Yüce Allah, bu yerilmiş ahlâk sahiplerinden bir kısım insanları istisna etmiştir ki, bun­lar iman ile salih ameli birleştirenlerdir.
Yüce Allah'ın yardımıyle "Meâric Sûresi "nin tefsiri bitti. [61]


[1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/49-50.
[2] Tefsîr-i kebîr, 30/128
[3] Kurtubî, 18/290
[4] Rûhu'l-meânî, 29/64
[5] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/53-54.
[6] Enfâl Sûresi, 8/32
[7] Bahr, 8/332
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/54.
[8] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/54.
[9] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/54-55.
[10] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/55.
[11] Cebrail (a.s.) her ne kadarmeleklerdcn biri ise de, şerefi ve mevkiinin üstünlüğü do­layısıyle Yüce Allah onu ayrıca zikretti. " Onu Rühu'1-emîn indirmiştir" âyetin­den dolayı burada Rûh'tan maksat Cebrail (a.s.)'dir.
[12] Kurtubî, 18/282
[13] İmam Ahmed, Ebû Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayel eder: "O gün ne uzun bir gündür, Ey Allah'ın .Rasulü!" denildi. Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki: Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, o gün, mü'minu nuıtlaka hafifletilecek. O kadar ki, dünyada iken kıldığı bir farz namazdan daha hafif olacaktır. (Ahmed b. Hanbel, III, 75......)
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/55.
[14] Kurtubî, 18/284
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/55.
[15] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/55.
[16] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/55.
[17] Bu Mücâhid,'in görüşüdür. Taberî'dc böyledir. Bkz. 29/46
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/55.
[18] Kunııbî, 18/285
[19] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/56.
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/56.
[21] Taberî, 29/46
[22] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/56.
[23] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/56.
[24] Tefsîr-i kebîr, 30/127
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/56.
[25] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/56.
[26] Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. Mukâtil de şöyle der: Ateş, başı, kol ve bacakları soyar. Yak­madık hiçbir et ve deri bırakmaz.
[27] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
[28] Kurtubî, 18/298
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
[29] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
[30] Tefsîr-i kebîr, 30/128
[31] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
[32] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
[33] Beyzâvî, 4/151
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
[34] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57-58.
[35] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[36] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[37] Bakara sûresi, 2/273
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[38] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[40] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[41] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[42] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58.
[43] Taberî, 29/53
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/58-59.
[44] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/59.
[45] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/59.
[46] Ank^bût sûresi, 27/45
[47] İbn Kesir şöyle der: Yüce Allah söze, namazı zikrederek başlayıp yine onu zikrederek sözü bitirdi. Bu, namaza verilen önemi ve onun şerefinin yüceliğini gösterir. Bkz. Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/550
[48] Kurtubî, 18/292
[49] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/59.
[50] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/60.
[51] Ebussuûd, 5/195; Hâzin, 4/152
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/60.
[52] Müsiim, Salâh, 119 ; Kurtubî, 18/293
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/60.
[53] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/60.
[54] Kurtubî, 18/294
[55] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/60.
[56] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/60.
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/60-61.
[58] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/61.
[59] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/61.
[60] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/61-62.
[61] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/62.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder