VAKIA SÛRESİ
. 13
VAKIA SÛRESİ
Mekke'de inmiştir. 96
âyettir.
Takdim
Bu mübarek sûre kıyamet hallerini,
kıyamet koparken meydana gelecek olan dehşetli durumları ve insanların üç gruba
ayrıldıklarını anlatır. Bu üç grup amel defterleri sağından verilenler, amel
defterleri solundan verilenler ve sâbikûn (öndekiler)
dur.
Sûre her grubun âkibetini ve Allah'ın onlar için kıyamet günü hazırlamış
olduğu âdil mükâfat ve cezayı anlatır. Aynı zamanda insanın yaratılması,
bitkilerin çıkarılması, yağmurun indirilmesi ve Allah'ın ateşe vermiş olduğu
güçte, onun varlığını, birliğini ve eşsiz yaratma ve meydana getirmedeki sonsuz
gücünü gösteren deliller getirir. Daha sonra, Kur'an-ı
Kerim'in şanının yüce olduğunu, Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğini ve
insanın ölüm ânında karşılaşacağı sıkıntı ve korkulan
anlatır.
Bu mübarek sûre bahtiyarlar,
bedbahtlar ve cennet ehlinden hayırda Öncülük eden üç grubu anlatır ve bunlardan
herbirinin âkibetini
açıklayarak sona erer. Bu, sûrenin başında gelen özetin açıklaması ve sûrenin
hem başında hem de sonunda, iyi kimselere verilecek ikramların yüceliğinin
anlatılması mahiyetindedir. [1]
Fazileti
a) İbn Mes'ûd'dan rivayet edildiğine
göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kim, her
gece Vakıa Sûresini okursa, asla sıkıntıya düşmez"[2]
b) Hafız İbn Asâkir, Abdullah b. Mes'ûd'un (r.a.) hayat hikayesini anlatırken Ebû Zıbye'den gelen bir senetle,
Ebû Zıbye'nin (r.a.) şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Abdullah ölüm hastalığına yakalandı. Osman b. Affân (r.a.) ziyaretine gelerek, "Şikayetin ne?" diye sordu.
Abdullah:
-
Günahlarım.
- Arzun ne?
-
Rabbimin rahmeti.
-
Senin için bir doktor getirteyim mi?
-
Beni doktor hasta etti.
-
Sana ikramda bulunulmasını emredeyim mi?
-
İkrama ihtiyacım yok.
-
Senden sonra kızlarının olur.
-
Kızlarımın fakir kalacağından mı korkuyorsun? Ben kızlarıma, her gece
Vakıa sûresini okumalarını emrettim. Rasulullah
(s.a.v)'in şöyle dediğini işitmiştim: "Kim, her gece Vakıa sûresini okursa,
asla fakir düşmez" Sonra Ebû Zıbye de bunu hiç bırakmaz oldu.[3]
Bismillâhirrahmânirrahînı
1. Kıyamet
koptuğu zaman,
2. Onun oluşunu
yalanlayacak hiçbir kimse yoktur.
3. O, alçaltici, yükselticidir.
4. Yer şiddetle
sarsıldığı,
5. Dağlar
parçalandığı,
6. Dağılıp toz
duman hâline geldiği,
7. Ve sizler de
üç sınıf olduğunuz zaman,
8. Defteri
sağdan verilenler, ne mutludurlar onlar!
9. Defteri
soldan verilenler, ne bahtsızdırlar onlar!
10. iyilikte
önde olanlar, onlar öncüdürler.
11. İşte onlar,
en çok yaklaştırılanlar.
12. Naîm cennetlerindedirler.
13. Çoğu önceki
ümmetlerden,
14. Birazı da
sonrakilerdendir.
15. Cevherlerle
işlenmiş tahtlar üzerindedirler. 16%Karşıhkli olarak
onların üzerinde yaslanırlar.
17.
Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış uşaklar dolaşır;
18. Kaynaktan
doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle;
19. Ki bu
şaraptan ne başlan ağrıtılır, ne de akıllan giderilir.
20.
Beğendikleri meyveler,
21. Canlarının
çektiği kuş etleri,
22, 23. Saklı
inciler gibi. iri gözlü huriler, 24. Yaptıklarına karşılık olarak
(verilir).
25. Orada boş
biz söz ve günaha sokan bir lâf işitmezler.
26. Duydukları
söz, yalnız "Selâm, selâm" dır.
27. Defteri
sağdan verilenler, ne mutlu onlara!
28. Dikensiz
kirazlar,
29. Meyveleri
tıklım tıklım dizili mu
ağaçları,
30. Devamlı
gölgeler,
31. Çağlayarak
akan sular,
32. Pek çok
meyve arasında;
33. Tükenmeyen
ve yasaklanmayan,
34. Ve yüksek
döşekler üstündedirler.
35. Gerçekten
biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık.
36. Onları
bakireler kıldık.
37. Eşlerine
düşkün ve yaşıttırlar;
38. Defteri
sağından verilenler içindir (bunlar),
39. Birçoğu
önceki ümmetlerdendir.
40. Birçoğu da
sonrakilerdendir.
41. Defteri
soldan verilenler; ne yazık onlara!
42. İçlerine
işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
43. Kapkara
dumandan bir gölge altındadırlar;
44. Ki ne
serindir, ne de hoştur.
45. Çünkü onlar
bundan önce varlık içinde sefahate dalmışlardı.
46. Büyük
günahı işlemekte direnir dururlardı.
47. Ve
diyorlardı ki, "Biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra,
biz mi bir daha diriltileceğiz?
48. Önceki
atalarımız da mı?"
49. De ki: Hem
öncekiler, hem de sonrakiler,
50. Belli bir
günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.
51. Sonra siz
ey sapıklar, yalancılar!
52. Elbette bir
ağaçtan, Zakkum ağacından yiyeceksiniz.
53.
Karınlarınızı ondan dolduracaksınız.
54. Üstüne de
kaynar sudan içeceksiniz.
55. Susamış
develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.
56. İşte ceza
gününde onlara sunulacak ziyafet budur!
Kelimelerin İzahı
Sarsıldı, şiddetli bir şekilde
sallandı.
Parçalandı ve sonunda serpilmiş un
gibi oldu.
Heba, havada uçuşan çok küçük
parçalar.
Sülle;
cemaat, topluluk demektir. "Bir şeyi kestim" mânâsına gelen sözünden
alınmıştır. Bu, Zeccâc'm görüşüdür, lü Vezin ve mânâ bakımından gibidir.
Mevdûne,
birbirine geçirilmiş gibi sağlam bir şekilde dokunmuş demektir. A'şâ şöyle der:
Davud
Örmesinden sağlam bir şekilde örülmüştür. Kabile ile birlikte deveden deveye
nakledilir.[4]
Şarap yüzünden başlan ağırir. "Şaraptan dolayı başlan ağrıdı"
demektir.
Sarhoş olurlar, akdları başlarından gider.
Mahdûd,
dikeni kesilmiş manasınadır. Ümeyye b. Ebî Salt şöyle der:
Cennetlerdeki bahçeler,
gölgeliklerdir. Orada tomurcuk memeli kızlar, dikensiz kiraz ağaçlan vardır.[5]
Talh, muz
ağacı demektir. Mendûd, birbiri üstüne binmiş
manasınadır.
Urub, "eşine
düşkün" mânâsına gelen kelimesinin çoğuludur.
Semûm, vücut
deliklerine işleyen sıcak rüzgârdır. Yahmûm, simsiyah
demektir. Hamîm, kaynar su
manasınadır.
Hîm,
yakalandığı hastalıktan dolayı suya kanmayan susuz deve demektir. [6]
Âyetlerin Tefsiri
1. Mutlaka
kopacak olan kıyamet koptuğunda ve insanın yüreğini ağzına getiren o büyük olay
meydana geldiğinde, hayal edilemeyecek kadar korkunç şeyler olacaktır. Beyzâvî şöyle der: Bu, mutlaka vuku bulacağı için, buna
"Vakıa" denilmiştir.[7]
İbn Abbas da şöyle der:
Vakıa; Sâhha, Azife ve Tâmme
gibi, kıyametin isimlerinden bir isimdir. Bunlar, kendisine isim oldukları
kıyamet olayının büyüklüğünü gerektirir.[8]
2. O olay
meydana geldiğinde, onun meydana gelişini yalanlayan bugünkü yalanîayıcılar gibi, tek bir yalancı bulunmaz. O gün herkes
azabı açık açık göreceği için ona inanır. Nitekim Yüce
Allah meâ-len şöyle
buyurmuştur: "Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman, tek olan Allah'a inandık
derler."[9]
3. Bu olay bazı
kavimleri alçaltır. diğer bazılarını yükseltir. Allah'ın düşmanlarını cehennemde
alçaltır, dostlarını da cennette yükseltir. Hasan Basrî şöyle der: Dünyada izzelli
de olsalar, bazı kavimleri cehenneme sokarak alçaltır; diğer bazılarını da,
dünyada değersiz de sayılsalar, en yüksek dereceye yükseltir.[10]
Bundan sonra Yüce Allah, o olayın
ne zaman meydana geleceğini açıkladı: [11]
4. Yeryüzü
şiddetli bir şekilde sarsılıp hareket ettiğinde... Öyle ki, üzerinde bulunan
bütün yüksek binalar ve sağlam yüksek dağlar yıkılır. Tefsirciler şöyle der:
Yer, çocuğun beşikte sallanması gibi sallanır da. üzerinde bulunan bütün
binalar, dağlar ve kaleler yıkılıp gider.[12]
5. Dağlar daha
önce yüksek iken, dağıtılarak savrulmuş un haline geldiğinde, [13]
6. Havada
uçuşan dağınık toz haline geldiğinde… Güneş ışınları pencereden girdiğinde
görünen toz gibi olduğunda... İşte heba budur.[14]
Münbess, dağınık demektir. Bu âyet, Yüce Allah'ın şu
mealdeki âyetlerine benzer: "Dağların, atılmış renkli yün gibi olduğu..."[15],
"Dağlar yürütülüp serap haline gelir"[16]
7. Ey insanlar!
Siz, amel defteri sağından verilenler, amel defteri solundan verilenler ve sâbikûn (önde olanlar) olmak üzere üç gruba ayrılacaksınız. Sâbikûn, cennette
en yüksek derecede olanlardır. Amel
defterleri sağından verilenler, diğer cennet ehlidir. Amel defterleri solundan
verilenlere gelince, bunlar cehennemliklerdir. Bunlar, âhirette insanların mertebeleridir. Meymûn b. Mihrân der ki: İki grup
cennette bir grup cehennemdedir.[17]
Bundan sonra Yüce Allah, bu
grupları şöyle açıkladı: [18]
8. Bu soru,
olayın büyüklüğünü ifade etmek içindir. Yani, Ashâb-ı
meymene'nin ne olduğunu biliyor musun? Onlar
kimlerdir, durumları ve nitelikleri nedir? Biliniz ki onlar, defterleri
sağlarından verilenlerdir. Bu, onların durumlarına hayret edildiğini, cennete
girme ve onun nimetlerinden faydalanma hususunda şanlarının yüceliğini ifade
eder. [19]
9. Ashab-t meş'eme, sen onların kim
olduğunu ve hallerinin ve sıfatlarının ne olduğunu biliyor musun? Onlar, amel
defterleri sol taraflarından verilenlerdir. Bu, onların cehenneme girmeleri ve
bedbahtlıkları hususundaki durumlarına karşı bir hayret ifadesidir. Kurtubî şöyle der: sözlerinin tekrar edilmesi, olayın
büyüklüğünü ve hayret verici bir şey olduğunu ifade eder. Bu, Yüce Allah'ın şu
âyetlerine benzer: " Gerçekleşecek olan, nedir o gerçekleşecek olan?"[20]
" Kapı çalan, nedir o kapı çalan?"[21]
Âlûsî de şöyle der: Bundan maksat, birinci de olayın
büyüklüğünü, ikincide olayın korkunçluğunu ifade etmek ve bu iki gruptan birinin
durumunun 'yüceliği, diğerinin korkunçluğu hakkında dinleyeni hayrete
düşürmektir. Sanki şöyle denilmiştir: Amel defterleri sağlarından verilenlerin
durumu son derece güzeldir. Amel defterleri sollarından verilenlerin durumu ise
son derece kötüdür.[22]
10. Bu, üç
grubun üçüncüsüdür. Yani, hayır ve hasenatta önde gidenler, nimetlere ve
cennetlere grimekte de Önde gidenler olacaktır.
Bundan sonra Yüce Allah şöyle buyurarak onları övdü: [23]
11. İşte onlar
Allah'a yaklaştırılmış, onun civarında, Arş'ı-mn
gölgesinde ve ikram yurdunda olanlardır. [24]
12. Onlar,
ebedîlik cennetlerinde olup, orada nimet içinde yaşıyacaklardır. Hâzin şöyle der: Sâbikûn (önde olanlar), amel defterleri sağ taraflarından
verilenlerden Önce zikredilmeye daha layık oldukları halde, Allah niçin
onları daha sonra zikretti? dersen, şöyle cevap veririm: Bunda bir nükte
vardır: Yüce Allah, kullarını korkutmak
için Sûrenin başında, kıyamet günü
olacak korkunç olayları anlattı ki, kul eğer iyi amel işleyen birisi ise sevaba
arzusu artsın; kötü amel işleyen birisi ise, azaptan korkarak kötülükten vaz geçsin. İşte bunun içindir ki, amel defteri sağından
verilenleri önce anlattı ki, kullar dinlesinler ve rağbet etsinler. Sonra amel
defteri solundan verilenleri anlattı ki korksunlar. Daha sonra da kendilerini o
büyük korkunun üzmeyeceği Sâbikûnu anlattı ki çalışıp
gayret etsinler.[25]
13. Allah'a
yaklaştırılmış olan Sâbikûn, geçmiş ümmetlerden büyük
bir topluluktur. [26]
14. Bu ümmetten
de az bir gruptur. Kurtubî şöyle der: Bu ümmetin Sâbikûnu öncekilere nisbetle "az"
diye isimlendirildi. Çünkü önceki peygamberler çok idi. Dolayısıyle onların ümmetlerinden imanda yarışanlar da
çoktu. Bu durumda onların sayılan, bizim ümmetimizde imanda yarışanların sayısından
daha fazla oldu. Hasan Basrî : "Öncekilerin imanda
yarışanları, bizim imanda yarışanlarımızdan daha çoktur" dedi ve sonra bu âyeti
okudu.[27]
Bir görüşe göre, den maksat, bu ümmetin ilk iman edenleridir. Diğerleri ise,
sonradan iman edenleridir. Bu durumda, her iki grup da Muhammed (s.a.v)'in
ümmetindendir.[28]
15. Altın
tellerle örülmüş, inci ve yakutla parlatılmış divanlarda otururlar. İbn Abbas der ki: Mevdûne'den maksat,
altın ile örülmüş demektir.[29]
16. Onlar,
karşı karşıya, refah ve nimet içinde yaşayan kimselerin durumu gibi o divanlara
yaslanarak otururlar. Hiç biri diğerinin arkasında olmaz. Bu durum daha neşe
verici ve oturma edebine daha uygundur. [30]
17. Hizmet için
çevrelerinde, çocuk tazeliğinde genç delikanlılar dolaşır. Bunlar ne ölür ne
ihtayarlarlar. Ebû Hayyân şöyle der: Cennette bulunan herkes, her ne kadar
ebedî olsa da, yine de burada hizmetçiler ebedîlik sıfatı ile nitelendiler ki,
Allah'ın kendilerini nitelediği gibi, bunların daimî bir şekilde genç
kalacaklarına, değişmeyeceklerine ve ihtiyarlamayacaklarına işaret etsin.[31]
18. Bu
hizmetçiler kulpsuz, yuvarlak ve büyük kadehler; kulplu, parlak şeffaf ibrik ve
sürahilerle pınarlardan akan lezzetli şarap dolu kâselerle dolaşırlar. İbn Abbas şöyle der: Bu şarap,
dünya şarabı gibi sıkılarak yapılmaz. Aksine o, akan çeşmelerden alınır. Kurtubî şöyle der: Maîn, akar su
veya akar şaraptır. Ancak şu var ki, burada maksat, pınarlardan akan şaraptır.
Yoksa sıkılarak, zorla ve uğraşarak çıkarılan dünya şarabı gibi olan değildir.[32]
19. O şarabı
içmekten ne başlan ağrır, ne de, dünya şarabını içtiklerinde olduğu gibi, sarhoş
olup akılları başlarından gider. İbn Abbas der ki: Şarap içiminde dört özellik bulunur:
Sarhoşluk, baş ağrısı, kusma ve küçük su dökme. Yüce Allah cennet şarabını
anlattı ve onun bu kötü özellikleri taşımadığını ifade etti.[33]
20. Cennet ehli
için orada çok meyve vardır. Çokluklarından ve türlü türlü olmalarından dolayı, onlardan canlarının istediğini
seçerler. [34]
21. Canlarının
çektiği ve sevdikleri şeylerden kuş eti de vardır. İbn
Abbas şöyle der: Onlardan herhangi birinin aklından
kuş eti yemek geçtiğinde, o kuş uçar, isteğine göre
kızartılmış veya kavrulmuş olarak önüne gelir. Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Şüphesiz sen cennette ku-şa bakarsın ve onu canın çeker
de, o kızarmış olarak önüne iner.'[35]
Fahreddin Râzî şöyle der:
Cennet ehli acıktıkları için değil, zevkine yedikleri için, Yüce Allah
etten Önce meyveyi
zikretti. Onların meyveye
olan eğilimleri daha çoktur. Bunların durumu, dünyadaki tok kimsenin
durumuna benzer. İşte bunun için Yüce Allah önce meyveyi zikretti.[36]
22. Bu
nimetlerin yanında onlar için son derece güzel, geniş gözlü kadınlar
vardır. [37]
23. Onlar
saflık ve berraklıkta el değmemiş inciler gibidir. İbn
Cüzey şöyle der: Yüce Allah onları beyazlık hususunda
inciye benzetti ve onu "saklanmış" sıfatı ile niteledi. Çünkü saklanmış incinin
güzelliği değiştirilemez. Ümmü Seleme (r.anhâ), Rasulullah (s.a.v)'a bu
benzetmeyi sorunca Rasulullah (s.a.v) şöyle cevap
verdi: O kadınların saflığı, sedefleri
içinde bulunan ve el değmemiş olan incilerin saflığı gibidir.[38]
24. Bütün bunları onlara, dünyadaki iyi
amellerine karşılık olsun diye verdik.
Bundan sonra Yüce Allah, onlara
cennette verilen nimetlerin mükemmelliğini bildirmek üzere şöyle buyurdu: [39]
25. Kulaklarına
çirkin söz gelmez. İşittikleri sözlerden onlara bir günah da gelmez. İbn Abbas: "Bâtıl ve yalan
işitmezler" der. [40]
26. Ancak
birbirlerine söyledikleri, "selâm, selâm" sözünü işitirler. Bu sözlerle
birbirlerine selâm verir ve selâmı aralarında yayarlar. Ebû Hayyân der ki: Açık olan şudur
ki, bu istisna, istisnâ-i mun-katıdır. Çünkü selam,
çirkin ve günaha sebep olan sözlerden değildir.[41]
Ebussuud da şöyle der: Yani onlar selâmı yayar,
sürekli olarak birbirlerine selam verirler. Veya onların herbiri yalnız,
selâm veren veya alan bir diğerinin selâmını ısıtır.[42]
Bundan sonra Yüce Allah ikinci
grubun, yani amel defterleri sağından verilenlerin durumunu açıklamak üzere
şöyle buyurdu: [43]
27. Bu soru,
olayın büyüklüğünü ve onların durumunun hayret verici olduğunu ifade eder. Yani,
sen biliyor musun? Kimdir onlar? Durumları nedir? [44]
28. Onlar,
dikenleri kesilmiş kiraz ağaçlarının altında otururlar. Tefsirciler der ki:
Sidr, kiraz ağacıdır. Mahdûd
ise, dikeni kesilmiş manasınadır. Hadiste şöyle gelmiştir: «Bir Bedevî Rasulullah (s.a.v)'a gelip dedi ki: "Ey Allah'ın Rasulü! Yüce Allah, cennette, sahibine eziyet veren bir
ağacın bulunduğunu zikretti." Rasulullah
(s.a.v):
"Nedir o? " dedi. Bedevî: "Sidr ağacıdır. Onun dikenleri vardır." Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Yüce Allah, Dikenleri
kesilmiş Sidr' buyurmuyor mu? Allah onun dikenlerini
kesmiş ve herbir dikenin yerine bir meyve vermiştir.
Meyvelerinden herbiri 72 türlü tat verir. Hiçbir türü
diğerine benzemez.»[45]
29. Meyveleri
tıklım tıklım dizili muz ağaçları altındadırlar.
Mendûd, birbiri üstüne yığılmış demektir. Ağacın
altından üstüne kadar meyve dolu olarak dizilmiştir. [46]
30. Ve onlar,
yok olmayan ve güneşin gideremediği sürekli bir gölgedirler. Çünkü güneşin tümü
gölgelidir. Orada güneş yoktur: "Orada ne yakıcı sıcak görürler, ne de dondurucu
soğuk"[47]
Hadiste şöyle buyrulmuştur: Cennette bir ağaç vardır
ki, bir binekli onun gölgesinde yüz sene[48]
yürür de onun gölgesini bitiremez, isterseniz
âyetini okuyun.
Fahreddin
Râzî şöyle der: Memdûd;
devamlı olan, yok olmayan demektir:" Yemişleri ve gölgesi süreklidir"[49]
Bu gölge, ağaç gölgesi değildir. Bilakis Yüce Allah'ın yaratacağı bir
gölgedir.[50]
31. Devamlı
akan, kesilmeyen sular içindedirler. Bu sular, yataksız akar. Kurttibî şöyle der: Araplar, bedevî hayatı yaşarlardı.
Ülkelerinde nehirler az idi. Suya ancak kova ve ip ile ulaşırlardı. Dolayısıyle kendilerine dinlenme ve gezinti vasıtaları ile
birlikte cennet va'dolundu. Ki bunlar ağaçlar,
gölgeleri, sular, nehirler ve bunların akmasıdır.[51]
32, 33. Türlü
ve çok meyveler arasındadırlar. Ülkelerinde olduğu gibi az değildir. Kışın,
dünya meyvelerinin sona erip bittiği gibi bitmezler. Kimseye
yasaklanmamışlardır. İbn Abbas şöyle der: Koparılıp toplandığında tükenmez, herhangi
biri onu almak istediğinde ona engel olunmaz.[52]
Hadiste şöyle buyrulmnştur: Cennet meyvelerinden
herhangi bir meyve koparıldığmda, mutlaka yerine
başkası gelir.[53]
34. Yüksek,
serilmiş ve yumuşak yataklardadırlar. Hadiste şöyle buyrulmuştur: Yatakların yüksekliği' gök ile yer arası
kadardır. İkisi arasındaki mesafe, 500 yıllık yoldur.[54]
Alûsî şöyle der: Çıkma ve inme bakımından bu uzak
görülemez. Çünkü o âlem, senin aklının eremeyeceğı
başka bir alemdir.[55]
Mü'min, üzerlerine oturmak istediğinde yataklar
alçalır sonra onu yükseltir. Allah'ın her şöye gücü
yeter. [56]
35. Biz cennet
kadınlarını, yeni bir yaratılışla yarattık ve onları enteresan bir şekilde eşsiz
olarak yarattık. İbn Cüzeyy
şöyle der: Kadınların yeniden yaratılmasından maksat şudur: Yüce Allah onları
cennette, dünyadakinin aksine, başka bir yaratışla son derece güzel
yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin güzelleşccektir.[57]
İbn Abbas şöyle der: Saçları
ağarmış ihtiyar kadınları Yüce Allah, yaşlanıp kocadıktan sonra, başka bir
yaratışla yaratacak.[58]
36. Onları
bakire kılacağız. Kocaları her geldiğinde, onları bakire bulurlar. [59]
37. Eşlerine
düşkün ve yaşıttırlar. Urub, eşini seven ve ona âşık
mânâsına gelen arûb kelimesinin çoğuludur. Mücâhid şöyle der: Bunlar eşlerine âşık, onları sever ve
onlara düşkün hanımlardır.[60]
Kocaları ile aynı yaşta, yani 33 yaşmdadırlar. Ümmü Seleme'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber
(s.a.v)'e Yüce Allah'ın âyetlerin
mânâsım sordum. Buyurdu ki: Ey Ümmü Seleme! Onlar
dünyada ihtiyar, saçları ağarmış, gözleri zayıflamış ve gözlerinden çapak akacak
kadar yaşlı olarak ölen kadınlardır. Yüce Allah, bu kadınlar ihtiyarladıktan
sonra onları akran olarak hepsi aynı yaşta yaratır.[61]
Bir başka hadiste de şöyle gelmiştir: İhtiyar bir kadın Rasulullah (s.a.v)'a gelerek dedi ki: Ey Allah'ın rasulü! Beni cennete sokması içi Allah'a dua et. Rasulullah: "Ey filanın annesi! Cennete hiçbir ihtiyar kadın
girmez" dedi. Kadın ağlayarak geri döndü. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.): Ona haber verin. O, ihtiyar olarak
cennete girmeyecek. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: Gerçekten biz onları,
yepyeni bir yaratışla yaratacak ve onları bakireler kılacağız'[62]
38. O bakire
kadınları, amel defterleri sağından verilenler için yaratacağız ki, cennette
onlardan faydalansınlar. [63]
39, 40. Onlar,
geçmiş ümmetlerden bir topluluk ve Muhammed (a.s)'in ümmetinden sonra gelen bir
topluluktur. Ebû Hay yân şöyle der: Buradaki âyeti
ile, daha önce geçen sonrakilerden, az bir grup, âyeti arasında bir zıtlık
yoktur. Çünkü önce geçen Sâbikûn hakkındadır. Bunun
içindir ki Yüce Allah buyurdu. Oysa buradaki âyet, amel defterleri sağından
verilenler hakkındadır. Dolayısıyle Yüce Allah,
buyurdu.[64]
Bundan sonra Yüce Allah üçüncü
sınıfı yani cehenneme gidecekleri açıklamaya başladı: [65]
41. Bu, onların
durumlarının korkunç, ürpertici ve hayrete düşürücü olduğunu ifade eden bir
sorudur. Yani, amel defterleri sol
taraflarından verilenler... Kimdir bunlar? Durumları nedir? Âkibetleri ne olacaktır?
Bundan sonra Yüce Allah, onların
durumlarını açıklamak üzere şöyle buyurdu: [66]
42. Vücûdun
deliklerine işleyen, ateşten sıcak bir rüzgâr ve çok sıcak, kaynar bir su
içindedirler. [67]
43. Simsiyah,
dumandan bir gölgededirler. [68]
44. Bu gölge o
kadar soğuktur ki, insan sıcağın şiddetine karşı onda dinlenemez. Ne de
manzarası güzeldir ki, gölgesine giren neşelensin. Hâzin şöyle der: Gölgenin
iki yararı vardır. Birisi, sıcağı gidermek, ikincisi ise, güzel manzara ve orada
insana ikramda bulunulması. Cehennemdekilerin gölgesi ise, bunun tam tersidir.
Çünkü onlar, simsiyah sıcak bir dumanın gölgesi altındadırlar.[69]
Bundan sonra Yüce Allah, onların
bu azaba müstehak olmalarının sebebini açıklamak üzere
şöyle buyurdu: [70]
45. Çünkü
onlar, dünyada nimet içinde yüzüyor, istedikleri ve zevk aldıkları şeyleri
yapıyorlardı. [71]
46. O büyük
günaha, yani Allah'a ortak koşmaya devam ediyorlardı. Tefsirciler şöyle der:
"Israr" lafzı, günaha devamı gösterir. Hıns, büyük
günah temektir. Burada hmstan maksat, İbn Abbas'm da dediği gibi Allah'ı
inkârdır. [72]
47. Bedenimiz
toprak ve çürümüş kemik yığını haline geldikten sonra diriltilecek miyiz?
diyorlardı. Bu onların, öldükten sonra dirilmeyi uzak gördüklerini ve
yalanladıklarını İfade eder. [73]
48. Bu ifade
önceki inkârı daha da pekiştirir. Yani, önceki babalarımız da, bedenleri
çürüyüp kemikleri dağıldıktan sonra, onlar da mı diriltilecek? [74]
49, 50. Ey
Muhammedi Onlara de ki: Onlardan Önceki ve sonraki bütün mahrukat, Allah'ın
belirlediği muayyen bir zamanda, hesap günü için toplanacaklardır. O gün, ne
Önce gelir, ne de sonraya kalır: "O gün, bütün insanların bir araya toplandığı
bir gündür O gün, bütün mahlukâtin hazır bulunduğu bir
gündür. Biz onu, ancak sayılı bir müddet için erteliyoruz'[75]
51, 52. Sonra
siz, ey Mekke kâfirleri! Ey hidâyetten sapan, Öldükten sonra dirilmeyi ve haşri inkâr edenler! Siz, mutlaka cehennemin dibinde biten
Zakkum ağacından yiyeceksiniz. [76]
53. Acıktığınız
için, o pis ağaçtan karınlarınızı dolduracaksınız. [77]
54. Onun
üzerine de son derece şiddetle kaynayan sıcak su içeceksiniz. [78]
55. Susamış
develer gibi içeceksiniz. İbn Abbas şöylev der: Hîm, kendilerindeki bir hastahkdan
dolayı suya kanamayan susamış develer demektir.[79]
Ebussuud şöyle der: Yani, cehennem ehline öyle bir
açlık gelir ki, bu onları, erimiş maden gibi olan Zakkumu yemeğe mecbur eder.
Son derece sıcak ve acı olan bu zakkumdan karınlarını doldurduklarında onlara
öyle bir susuzluk isabet eder ki, bu onları, bağırsaklarını parçalayacak olan
sıcak suyu içmeye mecbur eder. Susamış develer gibi onu içerler. Hîym, hüyam hastalığına yakalanmış
develer demektir. Hüyam öyle bir hastalıktır ki buna
develer yakalanır ve su içtikleri halde suya kanmazlar.[80]
56. Bu, kıyamet
günü onlara verilecek bir ziyafet ve yapılacak bir ikramdır. Bunda onlarla alay
ifadesi vardır. Sâvî şöyle der: Nüzul aslında,
misafire, gelir gelmez hazırlanan ikram ve ihsandır. Zakkuma, ziyafet denilmesi
onlarla alay manasınadır. [81]
57. Sizi biz
yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?
58. Söyleyin
öyleyse, dökmekte olduğunuz meni nedir?
59. Onu siz mi
yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?
60. Aranızda
ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz.
61. Böylece
sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve
sizi bilmediğiniz bir yaratılışta
tekrar varedelim diye (ölümü takdir ettik).
62. Kuşkusuz,
ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez
mi?
63. Şimdi bana,
ektiğinizi haber verin,
64. Onu siz mi
bitiriyorsunuz yoksa bitiren biz miyiz?
65. Dileseydik
onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.
66. Doğrusu
borç altına girdik.
67. Daha
doğrusu, biz yoksul kaldık (derdiniz).
68. Söyleyin
bana şimdi içtiğiniz suyu,
69. Buluttan
onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
70. Dileseydik
onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?
71. Söyleyin
şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi,
72. Onun
ağacını siz mi yarattınız. Yoksa yaratan biz miyiz?
73.Biz onu bir
ibret ve yolculara bir fayda yaptık.
74. Öyleyse
Yüce Rabbinin admı teşbih et.
75. Hayır!
Yıldızların yerlerine yemin ederim ki,
76. Bilirseniz,
gerçekten bu, büyük bir yemindir.
77, 78.
Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'ân'dır.
79. Ona ancak
temizlenenler dokunabilir.
80. O,
Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.
81. Şimdi siz,
bu sözü mü yalanlıyorsunuz?
82. Rızkınızın
şükrünü onu yalanlayarak mı yapıyorsunuz?
83. Hele can
boğaza dayandığı zaman,
84. O vakit siz
bakar durursunuz.
85. (O anda)
biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.
86. Madem ki
ceza görmeyecekmişsiniz,
87. Onu geri
çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.
88. Fakat ölen
kişiye gelince, eğer o yaklaştırılanlardan ise,
89. Ona
rahatlık, güzel rızik ve Naîm cenneti vardır.
90. Eğer o
defteri sağından verilenlerden ise,
91. İşte
onlardan sana gönderilmiş bir nice selâm vardır.
92. Ama
yalanlayıcı sapıklardan ise,
93. İşte ona da
kaynar sudan bir ziyafet vardır.
94. Ve (onun
sonu) cehenneme atılmaktır.
95. Şüphesiz ki
bu, kesin gerçektir.
96. Öyleyse
Rabbini o büyük adıyla tesbîh
et.
Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti
Yüce Allah, önceki âyetlerde suçlu
bedbahtların ve cehennem ateşin-dekilerin durumlarını
anlattıktan sonra burada, eşsiz yaratması ve sanatı hususunda, birliğini ve
gücünü gösteren delilleri anlattı ki Allah'ın varlığını yalanlayıp inkâr eden
aleyhine bir delil olsun. Bu mübarek sûreyi bahtiyar, bedbaht ve hayırda önde
gidenlerin durumlarını açıklayarak sona erdirdi ki, bu, sûrenin başında özet
olarak zikredilen konuların bir açıklaması ve sûrenin hem başında hem de sonunda
iyi kimselere verilecek ikramların anlatılması mahiyetinde olsun. [82]
Kelimelerin İzahı
Faydalanırsınız. Bir şeyden
faydalandı demektir. Rahat, birşeye aldırış etmeyen
adam demektir.
Müzn,
bulutlar demektir. kelirnesinin çoğuludur. Şâir şöyle
der.
Biz bulutlardaki yağmur gibiyiz.
Soyumuzda ne tembel vardır, ne de içimizde cimri sayılan biri.[83]
Ateş tutuşturuyorsunuz. Bir kimse
defne ağacını birbirine sürterek ateş çıkarttığında,
denir.
Mukvîn,
yolcular demektir. Bir kimse, ıssız çöle girdiğinde denilir. Bunun sülâsîsi olan açlık dernektir.
Şâir şöyle
der:
Kuşkusuz ben, "alçak" denilmeden
korunmak için, iç organları büzülmüş olarak açlığı tercih ederim.[84]
Müdhinûn,
"içi dışına uymayan kişi" mânâsına gelen mudilin kelimesinin çoğuludur. Dış
görünüşünün kaypaklığı hususunda yağa benzetilmiştir. Yağcılık mânâsına gelen
"müdâhene" kelimesi bu köktendir. Medînîn, ceza mânâsına gelen kökünden olup "hesaba
çekilenler" demektir.
Ravh,
istirahat manasınadır.
Reyhan; güzel kokulu, koklanan her
türlü bitki demektir. [85]
Âyetlerin Tefsiri
57. Ey
insanlar! Sizi biz, yoktan yarattık. Hala Öldükten sonra dirilmeye inanmıyacak mısınız? Bilinmelidir ki, başlangıçta
yaratabilen yeniden de yaratabilir. [86]
58. Bildirin
bana, kadınların rahimlerine döktüğünüz menileri... [87]
59. O meniyi,
düzgün bir insan olarak siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz mi gücümüzle onu
yaratıyor ve şekil veriyoruz?[88]
Kurtubî şöyle der: Bu âyet müşriklere karşı bir delil
ve önceki âyetin bir açıklamasıdır. Yani, o meninin yaratıcısının başkası değil
de, Biz olduğumuzu ikrar ediyorsanız, öldükten sonra dirilmeyi de itiraf
ediniz.[89]
60. Hakkınızda
Ölüm hükmünü biz verdik ve o hususta hepinizi eşit kıldık. Dahhâk şöyle der: Yüce Allah, ölüm hususunda, göktekilerle
yerdekileri eşit kıldı.[90]
Bu hususta yüksek tabaka ile alçak tabakada olan, hükümdar ile fakirler birdir,
Biz önüne geçilebilecek âcizlerden değiliz. [91]
61. Sizi yok
edip yerinize Allah'a karşı sizden daha itaatli bir topluluk getirelim diye
böyle yaptık. Nitekim Yüce Allah meâ-len, "Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni insanlar
getirir'[92]
buyurmuştur. Kıyamet gününde sizi, bilmeyeceğiniz ve akıllarınızın eremeyeceği
bir yaratılışla tekrar yaratmaktan da âciz değiliz. maksat şudur: Yüce Allah
onları öldürmeye ve eski hallerine çevirip kıyamet günü tekrar diriltmeye
kadirdir. Bu âyette bir tehdit ve Öldükten sonra dirilmenin vuku bulacağına dair
bir delil vardır.[93]
62.
Biliyorsunuz ki Allah sizi, daha önce anılan bir şey değilken, yoktan yarattı.
Sizi bir nutfe, sonra embriyon, sonra bir et
parçasından yarattı. Size göz, kulak ve kalp verdi. Allah'ın sizi ilk kez
yaratabildiği gibi, tekrar yaratabileceğini düşünüp ibret alsanız yai? "İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey değilken,
biz kendisini ya-ratmışızdır"[94]
63. Bu,
Allah'ın birliğini ve gücünü gösteren bir başka delildir. Yani, toprağa
attığınız tohumu bana söyleyin. [95]
64. Onu siz
geliştirip büyütüyorsunuz da onda başak ve taneler oluyor? Yoksa bunu yapan biz
miyiz? Ekini bitiren ve hububatı çıkaranın Allah olduğunu kabul ediyorsanız,
ölüleri yerden çıkaracağını nasıl inkâr edersiniz?! [96]
65. İstesek o
ekini, ne yemekte ne de başka bir şeyde kendisinden yararlanılamayacak bir
şekilde çerçöp haline getiririz. Kurtubî şöyle der:
Hutâm, kendisinden ne yemekte ne de gıdada faydanılamayan, yok olup giden kırıntı demektir. Yüce Allah
bununla, onların iki şeye dikkatini çekti. Biri, şükretsinler diye, ekinlerinde
onlara verdiği nimetlerdir. İkincisi ise, kendi kendilerine ibret almaları
içindir. Yüce Allah'ın, ekinleri dilediği zaman çerçöp haline getireceği gibi,
aynı şekilde, dilediğinde onlan da yok edebileceğini
düşünüp Öğüt almaları ve kötülüklerden sakınmaları içindir.[97]
Dilerse böyle yapar da, siz, ekinin başına gelenlerden dolayı acı ve üzüntü
içinde kalakalır ve: [98]
66.
"Masraflarımızda borç altında kaldık.[99]
Çünkü ekinimiz yok oldu, ektiğimiz tohumda ziyan ettik" dersiniz.[100]
67. Hattâ "Biz,
nzıktan mahrum kaldık. Tohumun bedelini zarar ettik
ve ekinin bitmesinden mahrum edildik." dersiniz. [101]
68.
Susuzluğunuzu gidermek için içtiğiniz tatlı sudan bana haber verin. [102]
69. Onu
buluttan indiren siz misiniz? Yoksa kudretimizle onu indiren biz miyiz? Hâzin
der ki: Yüce Allah, kendisinden başka hiç kimsenin indiremeyeceği yağmuru
indirerek verdiği nimeti onlara hatırlattı.[103]
70. Dileseydik
onu, ne içmeye ne de ekmeye elverişli, çok tuzlu bir su yapardık. İbn Abbas, "Ücâcen, çok tuzlu manasınadır" der. Hasan Basrî ise, "İçilemeyecek kadar zehir gibi acı" manasınadır,
der. Rabbinizin size verdiği o yüce nimetlere şükretseniz ya! Hadiste, Peygamber (a.s.)'in, su içtiği zaman şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Bize rahmetiyle tatlı su içiren, günahlarımız
yüzünden onu tuzlu ve acı hale getirmeyen Allah'a hamd
olsun"[104]
71.
Tutuşturmakta olduğunuz ve yaş ağaçtan çıkardığınız o ateşi bana haber
verin. [105]
72. Onun
ağacını siz mi yarattınız? Yoksa onu yoktan yaratan biz miyiz? İbn Kesîr der ki: Arapların İki ağacı vardı. Bunların biri
Merh, diğeri Ufar idi.
bunlardan yeşil iki dal alınıp biri diğerine sürtüldüğünde, aralarından ateş
kıvılcımları çıkıp yayılır.[106] Bir görüşe göre Yüce Allah, kendisinden ateş
yakılan bütün ağaçları kastetmiştir. Çünkü İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet olunmuştu: Hünnap hariç,
hiçbir ağaç ve dal yoktur ki, onda ateş bulunmasın.[107]
73. Dünyadaki
ateşi, o büyük ateşi, yani cehennem ateşini hatırlatıcı kıldık. Çünkü, kişi onu
gördüğünde cehennem ateşini hatırlar da Allah'tan ve azabından korkar. Hadiste
şöyle buyrulmuştur: Yaktığınız bu ateş, cehennem
ateşinin yetmiş parçasından biridir. Sahabe (r. anhum)
dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü! Dünya ateşi (azap için)
yeterlidir! Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) buyurdu
ki: Nefsim, elinde olan Allah'a yemin ederim ki, cehennem ateşi, dünya
ateşlerinden 69 derece fazla kılındı. Bunlardan her birinin sıcaklığı, bütün
dünya ateşinin sıcaklığı gibidir.[108]
Bir de ateşi, yolcular için bir fayda kıldık. İbn
Abbâs, den maksat, yolculardır, der. Mücâhid ise, şöyle der: "Bundan maksat, yolcu ve mukim,
ateşten faydalanan bütün insanlar için menfaat kıldık" demektir.[109]
Hâzin de der ki: Mukvî, çölde yani medenîlikten uzak ıssız yerde yaşayan
demektir. Buna göre mânâ şöyle olur: O ateşten çölde yaşayanlar da, yolcular da
faydalanır. Bunların gördüğü fayda, mukîmin gördüğü faydadan daha çoktur. Çünkü
bunlar geceleyin yırtıcı hayvanların kaçması, yolunu yitirenlerin ateş
sayesinde yol bulması ve diğer bazı faydalar için ateş yakarlar. Müfessirlerin
çoğunun görşü budur.[110]
Yüce Allah insan, bitki, su ve
ateşte birliğini ve gücünü gösteren delilleri anlattıktan sonra, Rasulüne, tek ve her şeye gücü yeten Allah'ı teşbih etmesini
emrederek şöyle buyurdu: [111]
74. Ey
Muhammed! Müşriklerin nisbet ettiği acizlik ve
noksanlıklardan Rabbini tenzih et ve de ki: Gücüyle bu şeyleri yaratan ve
hikmetiyle onları bizim emrimize veren Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutarım.
O her türlü noksan sıfatlardan uzaktır. Şanı ne yücedir! Gücü ne büyüktür. Yüce
Allah kullarına verdiği nimetleri saydı: Önce onları yarattığını anlattı.
Sonra, "Söyleyin bana, nedir o dökmekte olduğunuz meni?" buyurdu. Bundan sonra
insanı ayakta tutan ve geçimini sağlayan ekini zikretti: "Şimdi bana ektiğinizi
söyleyin!" Bunun ardından hayatını ve yaşamasını sağlayan suyu zikretti:
"Söyleyin bana içtiğiniz suyu!' Bunun ardından da insanın yemeğinin
yapılmasını, et ve sebzelerin pişirilmesini sağlayan ateşi zikretti: "Söyleyin
bana tutuşturmakta olduğunuz ateşi!" O, ne büyük ikram ve ihsan sahibi bir
ilah!
Bundan sonra Yüce Allah Kur'ân'ın büyüklük ve yüceliğine, şan ve şerefinin
üstünlüğüne, güçlü ve hikmet sahibi Allah'ın indirmesi olduğuna yeminle
başladı: [112]
75.
"Yıldızların yerlerine yemin ederim ki!" Buradaki edatı, sözü te'kîd etmek ve kuvvetlendirmek içindir. Bu edatın, Arap
dilinde zâid olarak gelmesi çok ve meşhurdur. Şair
şöyle der: Leyla'yı hatırladım da hasret ateşine düştüm. Nerdeyse kalbin damarlan parçalanacaktı.
Burada manasınadır.
Kurtubî
şöyle der: Bu müfessirlerin çoğuna göre sıladır. Buna göre mânâ, "Yemin ederim
ki" şeklinde olur. Daha sonra gelen, âyeti buna delildir.[113]
Yani, yıldızların yerlerine, feleklerinde ve burçlarında döndükleri yerlere
yemin ederim. [114]
76. Bu büyük
yemin, yücedir. Onun yüceliğini bilseydiniz, mutlaka inanır ve
faydalanırdınız.[115]
Çünkü kendisiyle yemin edilen şey, kudretin büyüklüğünü, hikmetin enginliğini ve
rahmetin bolluğunu gösterir. Yüce Allah'ın rahmetinin gereklerinden biri de
kullarını başıboş bırakmamasıdır. [116]
77. Bu, üzerine
yemin edilendir. Yani, yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bu Kur'ân değerli bir Kur'ân'dır. Ne
sihir, ne kehânet, ne de uydurma bir şeydir. Aksine o, şerefli bir Kur'ân'dır. Yüce Allah onu: Peygamberi Muhammed (s.a.v)'e
mucize olarak vermiştir. Onun faydaları, hayır ve bereketleri çoktur. [117]
78. O, Allah
katında korunmuş, batıldan, değiştirilme ve bozulmadan muhafaza edilmiş bir
kitaptadır. İbn Abbâs şöyle
der: Bu kitap, Levh-ı Mahfûz'dur. Mücâhid ise, elimizde bulunan bu mushaftır, der.[118]
79. O korunmuş
kitaba, temiz olanlardan başkası dokunamaz. Bunlar şirk, günah ve abdestsizlik kirlerinden temizlenmiş olan meleklerdir. Ya da, ona abdestli ve temiz
olanların dışında kimse dokunamaz demekir. Kurtubî şöyle der: Kitab'tan
maksat, elimizdeki Mushaf'tır. Bu en açık olan görüştür. Çünkü İbn Ömer, "Kur'ân'a, sadece temiz
olduğun zaman dokun" demiştir. Bir de, Rasulullah
(s.a.v) Amr b. Hazm'a,
"Kur'ân'a temiz olandan başkasının dokunmamasını"
yazmıştır.[119]
80. O, Yüce
Allah'ın katından indirilmiştir. Yüce Allah Kur'ân'ın
şan ve şerefini yücelttikten sonra, kâfirleri kınamak için şöyle buyurdu: [120]
81. Ey kâfirler
topluluğu! Bu Kur'ân'ı mı yalanlayıp inkâr
ediyorsunuz? [121]
82. Rızkınızın
şükrünü, onu vereni yalanlayarak mı eda ediyorsunuz? Oysa ki, size lütuf ve
ihsanda bulunan O'dur. [122]
83. Öyleyse,
can çekişirken, ruh gırtlağa geldiğinde, onu geri çevirseniz ya! [123]
84. O zaman
siz, ölmek üzere olan kimseye ve çektiği sıkıntı ve güçlüklere bakıp
duruyorsunuz. [124]
85. Biz,
ilmimiz sayesinde Ölmek üzere olana sizden daha yakınız. Fakat siz bunu
bilemezsiniz ve canını almaz üzere gelmiş olan meleklerimizi göremezsiniz.
İbn Kesîr der ki: Yani, meleklerimiz, ona sizden daha
yakındır. Fakat siz onları göremezsiniz. Nitekim Yüce Allah meâlen şöyle buyurmuştur: "Nihayet birinize ölüm geldi mi,
elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler"[125]
86. İddia
ettiğiniz gibi, amellerinizin karşılığında, ceza görmeyecek iseniz, [126]
87. Eğer
iddianızda doğru iseniz, o kişinin canı gırtlağa geldiğinde bedenine geri
çevirseniz ya! İbn Abbâs şöyle der: den maksat, hesaba çekilmeyecek ve ceza
görmeyecek iseniz" demektir. Hâzin de şöyle der: "Can gırtlağa vardığında" ve
"Ceza görmeyecek iseniz" şart cümlelerine, "Onu geri çevirin, eğer doğru
söylüyorsanız" mealindeki bir tek cevapla mukabele etti. Buna göre âyetin
mânâsı şöyle olur: "Eğer durum sizin dediğiniz gibi ise, yani öldükten sonra
dirilme, hesap ve amellerin karşılığını veren bir ilâh yoksa, sevdiğiniz
kimsenin ruhu gırtlağa geldiğinde, geri çevirseniz ya!
Bunu yapamadığınız zaman, bilin ki, iş sizden başkasının, yani Allah'ın
elindedir. Öyleyse O'na iman edin."[127]
Bundan sonra Yüce Allah, Ölüm ve
öldükten sonra dirilme anında insanların tabakalarını anlattı ve âhiretteki derecelerini açıkladı: [128]
88, 89. Ölen o
kimse, eğer güzel iş yapan ve yüksek dereceler elde etmek için yarışanlardan
ise, Rabbi katında onun için rahatlık, güzel rızik ve
faydalanacağı geniş bir cennet vardır. Kurtubî şöyle
der: "Mukarrabîn" den maksat, sûrenin başında
anlatılan, "Hayırda yarışanlardır"[129]
90. Ölmek üzere
olan o şahıs, eğer, kitaplarını sağ tarafından alan cennetlik mutlu kimselerden
ise, [130]
91. Ey
Muhammed! Onlardan sana selâm vardır. Çünkü onlar rahat, saadet ve nimetler
içersindedirler, [131]
92. Bu şahıs
eğer, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, hak ve. hidâetten sapanlardan ise,
[132]
93. İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları
eritecek olan kaynar sudur. İbn Cüzey şöyle der: "Nüzul, misafire takdim edilen ilk şey"
demektir.[133]
94. Onlar
cehennem ateşine atılacak ve onun sıcağını tadacaklardır. [134]
95. Ey
Muhammed! Bu sana anlattığımız hayırda önde gidenler ve mutlu kimselere
verilecek mükâfatı ile, bedbahtlara verilecek ceza, İçinde şek ve şüphe
bulunmayan, bir gerçektir. İnkârı mümkün olmayan kesin bir şeydir. [135]
96. Öyleyse
Rabbini noksan ve kötü sıfatlardan, zalimlerin O'na isnat ettiği vasıflardan
tenzih et. Bu âyet-i kerîme indiğinde, Rasulullah
(s.a.v) şöyle buyurdu: "Rükûlarımzda bunu söyleyin".
Yüce Rabbinin adını teşbih et[136] âyeti inince de, "Bunu secdelerinizde
söyleyin" buyurdu.[137]
Edebî Sanatlar
Bu mübarek sûre birçok edebî
sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. arasında
cinâs-ı iştikak vardır.
2. arasında
tıbâk vardır. Alçaltına ve
yükseltmenin, kıyamete
isnat edilmesi mecâz-ı
aklîdir. Çünkü, esasta alçaltan da yükselten de
Allah (c.c.)'dir. O, dostlarını yüceltir, düşmanlarını
alçaltır. Bu fiiller, mecaz
olarak kıyamete isnat edilmiştir. Bu, Arapların, " Onun gündüzü oruçludur"
cümlesine benzer.
3. "Saklı
inciler gibi, iri gözlü huriler" âyetlerinde mürsel
mücmel teşbih vardır. Yani, "Beyazlık ve saflıkta inci gibi, iri gözlü huriler"
demektir. Burada vech-i şebeh zikredilmediği ve teşbih edatı söylendiği için, mürsel ve mücmel teşbîh olmuştur.
4. "Kitapları
sağından verilenler! Onlar kimdir?" âyeti,
yüceltme ve ta'zîm ifade eder.
Mü'minlerin durumunu yüceltmek için, soru
üslubuyla tekrar etti.
5. Amel
defterleri sağından verilenler için önce sonra
amel defterleri sol taraflarından verilenler için önce
sonra da denilerek sanatta çeşitleme
yapılmıştır.
6. "Orada boş
bir söz ve günaha sokan bir şey işitmezler. Duydukları söz, sadece 'selâm
selâm'dır" âyetlerinde yermeye benzeyen şeyle övgüyü pekiştirme vardır. Çünkü
selâm, boş söz ve günaha sokan şey cinsinden değildir. Selâmı yaymadan dolayı,
bu onlar için bir medihtir. Bu, "Seni sevmekte başka
suçum yok" diyen kimsenin sözüne benzer.
7. "Bu azap,
onların kıyamet günündeki ilk ziyafetleridir" âyetinde onlarla alay ve eğlence
mânâsı vardır. Çünkü nüzul, misafire takdim edilen ilk
ikramdır.
8. "Sonra siz,
ey yalanlayıcı sapıklar" âyetinde, II. şahıs zamirinden III. şahsa dönüş vardır.
Yüce Allah, bundan sonra, onlara hitabı bırakarak, buyurmuştur. Bu, onların
durumlarım küçültmek içindir. Aslı, " Bu size verilen ilk ziyafettir"
takdirindedir.
9. "Bilirseniz,
bu büyük bir yemindir." âyetinde-ki ara cümlesi, yeminin önemini ve büyüklüğünü
vurgulamak için ara cümlesi sıfat ile mevsûf arasında
gelmiştir.
10. gibi âyet
sonlarındaki son harflerin birbirine uygunluğu sözün güzelliğini artıran
şeylerdendir. Buna "sec-i murassa" denilir ki
güzelleştirici edebî sanatlardandır. [138]
Bir Nükte
"Hayır, yıldızların yerlerine
yemin ederim ki, bilirseniz, bu gerçekten büyük bir yemindir. O, elbette şerefli
bir Kur'ân'dır" mealindeki âyetlerde kendisiyle yemin
edilen yıldızlar ile, kendi üzerine yemin edilen Kur'ân arasındaki münâsebet şudur: Yüce Allah yıldızlan
yarattı ki, insanlar kara ve denizin karanlıklarında onlarla yollarını
bulsunlar. Kur'ân âyetleri ile de, cehalet ve sapıklık
karanlıklarında doğru yol bulunur. Öncekiler maddî, bunlarsa manevî
karanlıklardır. Burada yemin iki hidayeti, yani yıldızlarla olan maddî yol bulma
ile, Kur'ân'la olan manevî yol bulmayı birleştirerek
gelmiştir. İşte bu, münâsebet yoludur. En iyisini Allah
bilir.
Allah'ın yardımı ile "Vakıa
Sûresi"nin tefsiri bitti. [139]
[1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/287.
[2] Bu hadisi Hafız Ebû Ya'la ve İbn Asâkir tahriç
etmiştir.
[3] İbn Kesir Tefsiri,
4/281
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/287-288.
[4] Kurtubî, 17/201
[5] Bahr, 8/201
[6] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/292.
[7] Beyzâvî,
3/437
[8] Bahr,
8/202
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/292-293.
[9] Mü'min sûresi, 40/84. Âyelin tefsirinde tercih edilen görüş budur. Beyzâvî, Ebussuud ve Âlûsî'nin tercihleri de budur. İbn
Kesİr'in tercihi ise şöyledir: Yani, Allah kıyameti
koparmak istediğinde, onun meydana gelmesini engelleyecek: ve geri çevirecek
hiçkimse oimaz. Hasan Basrî ve Katâde'den de buna benzer
bir rivayet vardır. Ancak birinci görüş daha açık ve incedir. En iyisini Allah
bilir.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/293.
[10] Muhtasar-ı İbn Kesîr,
3/428
[11] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/293.
[12] Kurtubî,
17/196
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/293.
[13] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/293.
[14] Bu, İbn Abbas'ın görüşüdür.
[15] Kâria sûresi,
101/5
[16] Nebe' sûresi,
78/20
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/293.
[17] Muhrasar-i İbn Kesîr, 3/428
[18] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/293-294.
[19] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/294.
[20] Hakka sûresi, 69/1-2
[21] Kâria sûresi, 101/1-2. Kurtubî, 17/199
[22] Âlûsî,
27/131
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/294.
[23] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/294.
[24] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/294.
[25] Hâzin, 4/15
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/294-295.
[26] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/295.
[27] Kurtubî,
17/200
[28] Yukarıya aldığımız birinci görüş; Taberî, Ebussuud, Kurtubî, Beyzâvî ve Alûsî gibi, tef-sircilerin
çoğunluğunun tercihidir. İbn Kesir ikinci görüşü
tercih etmiş ve şöyle demiştir:
Ta-berî'nin tercih ettiği görüş tartışılabilir. Hattâ o zayıf bir görüştür.
Çünkü bu ümmet, Kur'an'ın ifadesiyle ümmetlerin en
hayırlısıdır. Dolayısıyle, Allah'a yaklaştırılmış olan
Sâbikûn'un, önceki ümmetlerde bundan daha çok olması
uzak bir görüştür. Ben derim ki, biliyorsun ki, peygamberlerin sayısı çoktur.
Bunların hepsi de Sâbikiindandır. Onlara, ümmetlerinin
önde gelenleri de eklenince, bu ümmetin önce gelenlerinden çok olurlar. Dolayısıyle Muhammed (a.s.)'in ümmeti, cennete giren
ümmetlerin en çoğu, toplum oiarak en üstünü kalır. Bu
durum-da, bu problem de ortadan kalkar. Allah daha iyibilir.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/295.
[29] Muhtasar-ı İbn Kesir,
3/430
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/295.
[30] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/295.
[31] Bahr,
8/205
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/295.
[32] Kurtubî,
17/203
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/295-296.
[33] Muhtasar-ı İbn Kesir,
3/430
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/296.
[34] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/296.
[35] Bu hadisi İbn Ebî Hatim tahriç etmiştir.
Muhtasar-ı İbn Kesir'de de böyledir. Bkz, 3/431.
[36] Tefsîr-i kebîr, 29/153
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/296.
[37] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/296.
[38] Teshîl, 4/89
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/296.
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/296.
[40] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/296.
[41] Bahr,
8/206
[42] Ebussuud,
5/130
[43] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/297.
[44] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/297.
[45] Bu hadisi Hâkim ve Bcyhakî
tahriç etmiştir. Bkz. Rûhu'l-meânî,
27/140
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/297.
[46] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/297.
[47] İnsan sûresi,76/13
[48] Buhârî, K. Bed'i'1-halk, 8;
Tefsir, 56.
[49] Ra'd sûresi,
13/35
[50] Tefsîr-i kebîr, 29/164
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/297-298.
[51] Kurtubî,
17/209
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/298.
[52] Hâzin, 4/18
[53] Taberanî lahric etmiştir, bkz. İbn Kesîr 7/497.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/298.
[54] Tırmizî, Tefsir.
57/3294
[55] ÂlÛsî,
27/141
[56] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/298.
[57] Tesbîl,
4/90
[58] Hâzin, 4/18
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/298.
[59] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/298.
[60] Âlûsî,
27/143
[61] Kıırtubî, 17/210. Tirmizi, Tefsir, 57/3296
[62] Tirmizİ (Şemâil'de); İbn Kesir Tefsiri, 8/9.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/298-299.
[63] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/299.
[64] Bahr,
8/208
[65] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/299.
[66] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/299.
[67] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/299.
[68] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/299.
[69] Hâzin, 4/21
[70] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/299-300.
[71] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/300.
[72] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/300.
[73] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/300.
[74] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/300.
[75] HÛd sûresi,
U/103-104
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/300.
[76] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/300.
[77] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/300.
[78] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/300.
[79] Kurtubî,
7/215
[80] Ebussuud,
5/132
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/300-301.
[81] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/301.
[82] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/304.
[83] Kurîubî,
17/220
[84] Kurtubî,
17/222
[85] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/304-305.
[86] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/305.
[87] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/305.
[88] İslâm Davetinin Şehidi Seyyid
Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân adlı tefsirinde diyor ki: Bu her an tekrarlanan büyük
bir hakikattir. İnsanın gözü Önünde tekrarlanıp durduğu için insan onu
unutuyor. Hayal gücünün icat ettiği her türlü harikanın üstünde bir harikadır.
Atılan ve dökülen bir nutfe. O, bu İnsan vücudunun
ter, gözyaşı ve sümük gibi, İfraz ettiği bir çok şeyden biridir. Bir müddet
sonra, bir de bakıyorsunuz işiten ve gören bir insan oluvermiş. Bir de
bakıyorsunuz bu insan erkek veya dişi olmuş. Bu olay meydana gelmeseydi, hayal
bile edilmemiş olan bu harika nasıl tamamlandı?! Kemiği, eti, derisi,
damarları, saçı, tırnakları, huy ve karekteriyle bu
insan, nerede gizli idi? Hangi insan aklı bu korkunç harika gerçeğin önünde
durabilir? Sonra, inkâr etmek bir tarafa, kendi kendine: "Bu böyle meydana geldi
vesselam!" diyebilir? Bu yaratma olayında insanın rolü, kişinin, menisini
kadının rahmine akıtmaktan Öte geçmez. Bundan sonra
erkeğin ve kadının işi biter. Bu adi suda, tek başına kudret eli işe başlar. Onu
yaratma, geliştirme, şekil verme ve ruh üfürme hususunda tek başına çalışır. İlk
andan itibaren mucize tamamlanır ve sadece Allah'ın yarattığı o harika meydana
gelir. Bu kadar düşünmeyi her insan yapabilir. Bu mucizeyi takdir edip
etkilenmek için bu kadar düşünme yeter. Fakat, ana rahmine atıldıktan sonra bu tek bir hücrenin kıssası hayal gücünün
ulaşamayacağı bir kıssadır, bu tek hücre, bölünüp çoğalmaya başlar. Bir müddet
sonra bakarsınız ki, milyonlarca hücre olmuş. Bu hücre gruplarından herbiri enteresan Özellikler taşımaktadır. İşte kemik
hücreleri, işte adale hücreleri, İşte deri hücreleri ve işte sinir hücreleri....
İşte gözü meydana getire hücreler, işte dilin çalışması için olan hücreler, işte
kulağın çalışması için olan hücreler... Bunların herbiri çalışma yerini biliyor. Mesela, göz hücreleri
yanılıp ta karında veya ayakta meydana gelmiyor. "Onu siz mi yaratıyorsunuz
yoksa onu yaratıcı biz miyiz?" diyen Yüce ve Güçlü Allah, noksan
sıfatlardan
uzaktır.
[89] Kurtubî,
17/216
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/305-306.
[90] Muhtasar-] İbn Kesîr,
3/436
[91] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/306.
[92] Fâtır sûresi,
35/16
[93] Teshil, 4/91
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/306.
[94] Meryem sûresi, 19/67
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/306.
[95] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/306.
[96] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/306.
[97] Kurtubî,
17/218
[98] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/306-307.
[99] Dahhâk der ki: Muğremûn kelimesi kökündendir. Muğrem, "Mal, karşılıksız giden, ziyan eden" demektir. İbn Abbas da şöyle der: Bu kelime,
"Kendilerine azap edilenler" demektir. Garâm, azap
manasınadır.
[100] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/307.
[101] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/307.
[102] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/307.
[103] Hâzin 4/23.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/307.
[104] Bu hadisi, İbn Ebî Hatim rivayet etmiştir.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/307.
[105] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/307.
[106] Muhtasar.ı İbn Kesir,
3/438
[107] Sâvî Haşiyesi,
4/166
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/307.
[108] Buhârî, Bed'ul-halk, 10; Muvatta,
Cehennem, 1
[109] Muhtasar-i İbn Kesîr,
3/438
[110] Hâzin, 4/24
[111] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/307-308.
[112] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/308.
[113] Kurtubî, 17/223. Bu görüşler
hakkında geniş bilgi ve zâid olanını görmek için,
bkz, "Tefsiru âyâti'l-ahkâm" adlı kitabımız,
2/505.
[114] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/308-309.
[115] İlk muhataplar, yıldızların yerlerinden az bir miktarını
biliyorlardı. Fakat bu asırda Kur'ân mucizesi ortaya
çıkmıştır. Astronomi âlimleri şöyle der: Sınırlarını bilemediğimiz bu muazzam
fezada sayılamayacak kadar galeksilerden biri, güneş
sistemimizin de içinde bulunduğu Samanyolu Galeksisidir ki, bir milyar yıldızı kapsamaktadır. Sayıları
milyarları aşan bu yıldızlardan çıplak gözle görünenler olduğu gibi, sadece teleskop ve özel âletlerle görünenler de vardır. Bütün bu
yıldızlar, ucu bucağı bilinmeyen bir yörüngede yüzüp giderler. Herhangi bir
yıldızın, başka bir yıldızın seyir alanına yaklaşma veya başka bir yıldıza
çarpma ihtimali yoktur. Ancak biri Akdeniz'de, diğeri Hind Okyanusunda aynı yönde ve aynı hızda giden iki geminin
birbirleriyle çarpışma ihtimali kadar bir ihtimal vardır ki, bu da imkânsız
olmasa da, çok uzak bir ihtimaldir. (Abdurrezzak Nevfeî, Allah ve Modern İlim adlı kitaptan naklen, bkz. S. 33)
[116] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/309.
[117] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/309.
[118] Kurtubî,
17/225
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/309.
[119] Kurtubî, 17/225; Mâlik b.
Enes, Muvatta, K. el-Kur'ân
15/1.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/309.
[120] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/309-310.
[121] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/310.
[122] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/310.
[123] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/310.
[124] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/310.
[125] En'âm sûresi. 6/61. Muhiasar-ı İbn Kesîr,
3/440
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/310.
[126] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/310.
[127] Hâzin, 4/27
[128] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/310.
[129] Kurtubî,
17/232
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/310.
[130] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/310-311.
[131] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/311.
[132] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/311.
[133] Teshil, 4/94
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/311.
[134] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/311.
[135] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/311.
[136] A'lâ suresi,
87/1
[137] Ahmed b. Hanbei, Müsned 4/155. (Ebû Dâvûd; İbn Mâcc; Hâkim, Müstedrek)
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/311.
[138] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/311-312.
[139] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/312.
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder