SEBE' SURESİ

Hiç yorum yok
. 14

SEBE' SURESİ

Mekke'de inmiştir. 54 âyettir,

Sûreyi Takdim :

Sebe' sûresi, İslâm inançları konusuna önem veren ve Allah'ın bir­liğini, peygamberliği, öldükten sonra dirilmeyi ve haşri isbât gibi dinin esaslarını ele alan Mekkî sûrelerdendir".
Bu mübarek sûre, mahlûkâtı yoktan yaratan, âlemlerin işlerini sağlam yapan, hikmetiylc kainatı idare eden Allah'ı yüceltmekle söze başlar. Allah, yaratan, yoklan var eden ve hikmet sahibidir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığı birşey Onun bilgisinden gizli kalmaz. İşte bu, Âlemlerin Rabbinin birliğini gösteren en büyük delillerdendir.
Sûre, önemli bir meseleden söz eder ki, o da, müşriklerin âhireti inkâr etmeleri ve .öldükten sonra dirilmeyi yalanlamalarıdır. Dolayisıylc sûre, Rasulullah (s.a.v.)'a, bedenler yok olduktan sonra tekrar diri İtileceğine dair Yüce Rabbine andiçmesini emretti: "İnkarcılar, kıyamet saati bize gel­meyecek dediler. De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için, o, mutlaka size gelecektir..."
Bu mübarek sûre, bazı peygamberlerin kıssalarını ele alır. Meselâ, Davud ve oğlu Süleyman (a.s)'ı ve Yüce Allah'ın onlara verdiği çeşitli ni­metleri anlatır: Rüzgârı Süleyman (a.s)'m emrine vermesi, kuşları ve dağlan da Davud (a.s) ile birlikte Lesbih ettirmesi gibi. Bu sûrede bunların anlatılmasından maksat, Yüce Allah'ın, bu peygamberlere bu büyük lutuf-larla vermiş olduğu nimetini açıklamaktır.
Bu mübarek sûre, müşriklerin, peygamberi'erin sonuncusunun risâleli etrafındaki bazı şüphelerini de ele alır. Kesin delillerle onların şüphelerini reddeder. Aynı zamanda Allah'ın varlığı ve birliğini gösteren kesin deliller getirir.
Sûre, müşrikleri, bütün mahlukatın işlerinin idaresi elinde bulunan bir ve her şeye kadir Allah'a imana çağırarak sona erer. [1]

İsmi

Yüce Allah bu sûrede Sebe' kıssasını anlattığı için buna "Sebe' Sûresi" denildi. Scbe'liler, Yemen'in yöneticileriydi. Buranın halkı nimet, bolluk, huzur ve sükûnet İçersinde idiler. Bağ ve bahçeler içersinde yaşıyorlardı. Nimete karşı nankörlük edince, Yüce Allah Arim Seli ile on­ları yok etti ve ders alacak olanlar için bir ibret kıldı. [2]
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Hamd göklerde ve yerde bulunanların hepsinin sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberi olandır.
2. Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ine­ni, oraya çıkanı bilir. O, esirgeyendir, bağışlayandır.
3. İnkarcılar, Bize "knânıeı gelmeyecek", dedik. De ki: "Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre mikdân hiçbir şey, O'ndan «izli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesi/,'apaçık kitapla yazıhdır.
4. İnanıp iyi işler yapanları mükâfatlandırmak için (her şeyi açık bir kitapta tesbît etmiştir). Onlar için büyük bir mağfiret ve güzel bîr rızık vardır.
5. Ayetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışır­casına uğraşanlar için de, iğrenç ve elem verici bir azap vardır.
6. Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilirler, onun mutlak galip ve övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna ilettiğini görürler.
7. Kâfir olanlar şöyle dediler: Didik didik parça­landığınız vakit yeniden dirileceğinizi söyleyerek size birtakım haberler veren kişiyi gösterelim mi?
8. "Acaba o, yalan yere Allah'a iftira mı etmiştir? Yoksa onda delilik mi var?" dediler. Hayır! Âhirete i-nanmayanlar azapta ve derin bir sapıklık içindedirler.
9. Onlar, önlerinde ve arkalarında bulunan göğe ve yere bakmıyorlar mı? Dilesek onları yere batırırız, ya da üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda Rabbine yönelen her kul için bir ibret vardır.
10. Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. "Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber teşbih edin" dedik. Ona demiri yumuşattık.
11. "Geniş zırhlar imâl et, dokumasını Ölçülü yap. İyi işler yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı görmekte­yim." diye (vahyettik).
12. Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yi­ne bir aylık mesafe olan rüzgârı da Süleyman'ın emrine verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle Cinlerden bir kısmı, onun ö-nünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona a-levli azabı tattırırız.
13. Onlar Süleyman'a kaleler, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler ve sabit kazanlardan ne dilerse ya­parlardı. Ey Dâvud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şük­reden azdır!
14. Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen güve gösterdi. Yıkılınca anlaşıldı ki Cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.

Kelimelerin İzahı

Girer, girmek demektir. "Deve, iğ­ne deliğine girmedikçe..."[3] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır.
Yükselir. Göklere yükselmek mânâsına gelen köktendir.
Gizli kalır. Bir şey bir kimsenin gözüne görünmediğinde denir.
Miskâl, ağırlık ve miktar demektir.
Cinne, delilik manasınadır. İse, korunmak demektir.
Kisef, parçalar demektir.
Teşbih et. Teşbih demektir.
Sâbiğât, geniş ve mükemmel. Bir zırh veya elbise, bütün be­deni Örtüp biraz da uzun olduğunda denir. Ebu Hayyân şöyle der: Sâbiğât, zırhlar demektir. Bu kelime aslında, mânâsına gelen ile nitelemek demektir. Bu sıfat zırhta çok kullanıldığı için, zamanla, isim olarak zırh mânâsında kullanılmıştır. Nitekim, "çakıllık" mânâsına kul­lanılan kelimesi de bunun gibi zamanla isim olarak kullanılmıştır. Şair şöyle der:
Onların üzerinde avcı aslanlar vardır. Ki, elbiseleri okların delemeyeceği beyaz ve uzun zırhlardır.[4]
Serd, örmek demektir. Burada zırhm halkalarını örmek mana­sınadır. Kurtubî der ki: Serd, aslında sağlam yapmak manasınadır. Şair Lebîd şöyle der:
Demirin (Zırhın) halkalarını kat kat yaptı ki, boyun eğmeksizin uzun Ömür yaşasın.[5]
Kıtr, erimiş bakır. Cilan, büyük çanak anlamına gelen kelimesinin çoğuludur. Cevabî, içinde su biriktirilen büyük havuz mânâsına gelen kelimesinin çoğuludur. A'şâ şöyle der:
Traklı Şeyhin dolmakta olan sarnıcına benzeyen büyük çanak, Muhallak ailesinden yerilmeyi yok etti.[6]
Minsee, baston demektir. Kendisiyle korunulduğu ve zararlı şeyler uzaklaştırıldığı için, bastona bu isim verilmiştir. Şair şöyle der:
İhtiyarlıktan dolayı bastona dayanarak yürüdüğünde, artık eğlence ve flört senden uzaklaşmıştır.[7]

Âyetlerin Tefsiri

1. Yüceltme yoluyla tam övgü, kainatta ne varsa hepsinin yaratıcısı, mâliki ve onlarda tasarruf sahibi olan Allah'a mahsustur. Bunların hepsi O'nun mülkü, kullarıdır. O'nun kudreti ve tasarrufu altındadır. Sonsuz gücünden dolayı dünyada övgü O'na mahsustur. Geniş rahmetinden dolayı âhirette de övgü O'na mahsustur. Âhirette de övgü O'na mahsustur. Bütün övgüler O'nadır. O'ndan başka hiçkimse bu övgüye layık değildir. Çünkü dünya ve âhirettekilere nimetini lütfeden O'dur. O, yaptığında hikmet sahibidir. Yarattıkların­dan haberdardır. Yaptıklarından herhangi birine itiraz edilemez. [8]
2. Bu âyet, Yüce Allah'ın bildiklerinden bazılarını açıklamaktadır. Yani Allah, yerin içine giren yağmuru, hazinele­ri ve ölüleri bilir. Ekinler, bitkiler, göze ve kuyu suları gibi, yerden çıkanları da bilir. Yağmurlar, melekler ve rah­met gibi, gökten inen ve iyi ameller ve samimi dualar gibi, göğe yükselenleri bilir, O' kullarına karşı çok merhametli, tevbe edenlerin günahlarını da çok bağışlayandır. Onları hemen cezalandırmaz. Bundan sonra Yüce Allah, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden­lerin sözlerini anlatarak şöyle buyurdu. [9]
3. Senin kavminin müşrik olanları: "Asla kıyamet, öldükten sonra dirilme ve haşir yoktur" dediler. Beyzâvî şöyle der: Bu, kıyametin geleceğine dair yapılan vaatle alay etmek için, onun ge­leceğini irjkâr etmek veya uzak görmektir.[10] Ey Muhammed! Onlara de ki: Yüce Allah'a andolsun ki, kıyamet, kesinlikle size gelecektir. Çare yok, bu mutlaka olacak. Tbn Kesir şöyle der: Bu âyet, kıyametin kopacağına dair, Yüce Allah'ın, Rabbine yemin etmesini Rasulü-ne emrettiği üç âyetten biridir. İkinci âyet Yûnus sûresindedir: "De ki, evet, Rabbime andolsun ki o şüphesiz gerçekleşecektir"[11] Üçüncüsü de Teğâbün sûresindedir: "De ki, hayır Rabbime andolsun ki, mutlaka diriltileceksiniz.[12] Yüce Allah, gözlerin görmediği ve onlardan gizli kalanı bilir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığı kadar bir şey O'na gizli kalmaz. Zerreden daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi Levh-i mahfûz'dadır. Allah on­ları bilir. Bundan maksat şudur: Kâinatta bir zerre dahi Yüce Allah'ın bilgi-finden gizli değildir. Hal böyle olunca, insanlar ve onların hallerini nasıl bilmez? Kemikler, parçalanıp dağılsa da, Yüce Allah nerede parçalandığı­nı ve nereye gittiğini bilir. Sonra, kıyamet günü onları tekrar diriltir. [13]
4. Bunu Levh-i mahfûz'da saklamıştır ki, bu dünyada güzel amel işleyen mu'minlere en güzel şekilde sevap versin. Onlar günahlarının affı ve Naim cennetinde değerli güzel bir rızık vardır. [14]
5. Rasulümüzü mağlup ederek Kur'an'ı yok etmek için çalışıp gayret sarfedenler var ya onlar, Muhammed (a.s)'in pey­gamberliği ve Kur'an etrafında yaydıkları şüphelerle Allah'ı âciz bıraka­caklarım sanıyorlar. İşte o suçlular için, en kötü ve en elem verici azaplardan bir azap vardır. Katâde, "Ricz, kötü azaptır" der. [15]
6. Peygamberin Asha­bından ilim sahipleri ve onlardan sonra gelip ilmiyle amel eden âlimler, sana indirilen bu Kur'an'm, kendisine bâtıl yaklaşamayan bir hak olduğunu bilirler. Ve yine bilirler ki o, kendisine tutunana, mağlup edilemeyen, her şey e galip olan ve zâtı, sıfatı ve fiillerinde övül­müş olan Allah'ın yolunu gösterir. Bundan sonra Yüce Allah, insanları Al­lah'ın dininden alıkoymak ve O'nun Rasûlü ile alay etmek hususunda, müşriklerin takip ettiği yolu anlatmak için şöyle buyurdu: [16]
7. Kâfir olanlar şöyle dediler: "Didik didik parçalandığınız zaman yeni­den dirileceğinizi haber veren adamı size gösterelim mi?" Mekke müşrik­lerinden, öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı inkâr eden kâfirler, Hz. Pey­gamber (a.s)'i kastederek dediler ki: Size çok acaip şeyler söyleyen bir adamı gösterelim mi? O şöyle diyor: Kabirlerde çürüyüp de bedenleriniz toprak içinde dağıldığı ve çürümüş toprak olarak herbirinin bir tarafa gittiği zaman, işte bu parçalanma ve dağılmadan sonra yeni bir yaratılışla ya­ratılacaksınız. Müşriklerin bundan maksatları alay ve eğlenceye almaktır. Ebu Hayyân şöyle der: Bunu söyleyenler Kureyş kâfirleridir. Onlar bu sözü alay ve hayret yollu söylediler. Nitekim bir kimse, hayrete düşürmek iste­diği kişiye, "Sana, benzeri görülmemiş garip bir olay göstereyim mi?" der. Onlara göre, öldükten sonra dirilmek imkânsız olduğu için, bu olayın mey­dana geleceğini bildiren kimseyi, kendisine hayret edilen şahıs yerine koy­dular ve ismini söylemeyip alay yollu, "... bir adamı size gösterelim mi?" dediler. Halbuki onun ismi, Kureyş içersinde en meşhur isimdir.[17]
8. Allah hakkında yalan mı uyduruyor yoksa onda herhangi bir delilik var da bilmediklerini mi söylüyor? Yüce Allah, onları reddederek şöyle buyurdu: Hayır, iş onların iddia ettiği gibi değildir. Onda yalan ve delilik yoktur. Ak­sine, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edip ahirete inanmayan o kâfirler hak karşısında, kendilerine ateşin azabını gerektiren bir sapıklık ve şaşkınlık içersindedirler. Onlar, farkına varmadan sapıklığa düşmüşlerdir. Bu durum, son derece delilik ve aptallıktır. Ayette geçen edatı "ıdrâb" içindir. Yüce Allah kıyameti isbat etmek için deliller getirdikten sonra, tehdit ile bir­likte Allah'ın birliğini gösteren başka bir delil getirerek şöyle buyurdu: [18]
9. O kâfirler, kendileri­ni her taraftan kuşatan göğü ve yeri görmediler mi? İnsan nereye yönelse ve nereye baksa, önünde ve arkasında, sağında ve solunda göğü ve yeri görür. Bunlar yaratıcının birliğini gösterir. Onlar bunu düşünüp de yeri göğü yara­tanın, öldükten sonra insanları diriltebileceğini anlamıyorlar mı? Bundan sonra Yüce Allah, şu sözüyle onları tehdit etti: Dilersek, Karun'a yaptığımız gibi onları yere batırırız, yahut Eyke halkına yaptığımız gibi, üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. O zaman, nereye kaçacaklar? İbnu'l-Cevzî şöyle der: Yani, onlar nerede olurlarsa olsunlar, yerim ve göğüm onları kuşatır. Benim onlara gücüm ye­ter. Dilersem onları yere batırır dilersem üzerlerine gökten parçalar yağdı­rırım.[19] Şüphesiz Allah'ın birliğini ve gücünü gösteren eserlerden görmekte, oldukları şeylerde, tevbe edip Allah'a dönen ve gördüklerini düşünen her kimse için delil ve ibret vardır. Tbn Kesir şöyle der: Yüce Allah şunu murat ediyor: Bu yüksek ve geniş gökleri, alçak, uzun ve geniş yerleri yaratabilen kimse, bedenleri tekrar eski haline getirmeye ve çürümüş kemikleri toplamaya kadirdir.[20]
Bundan sonra Yüce Allah, Davud (a.s)'un kıssasını ve Allah'ın ona özel olarak verdiği büyük nimeti anlatmak üzere şöyle buyurdu: [21]
10. Buradaki olup, mahzuf bir yeminin cevabının başına gelmiştir. Yani, Allah'ın izzet ve celâli hakkı için, biz Davud'a, takdir edilemeyecek kadar bol ve büyük nimet verdik. Tefsirciler şöyle der: Allah'ın bu nimeti peygamberlik, Zebur, dağların ve kuşların onun emrine verilmesi, demiri yumuşatması, kendisine zırh sanalının öğretilmesi ve benzeri, nimetlerdir. Dedik ki, "Ey dağlar! Davud'la birlikte teşbih edin. O teşbih ettikçe siz de teşbih edin. Ey kuşlar! Siz de böyle yapın". İbn Abbas şöyle der: Dâvud (a.s.) teşbih ettiğinde, kuşlar da onunla birlikte teşbih ederdi. Okuduğunda, onu dinlemeyen hiçbir hayvan kalmazdı. O ağladığında hepsi ağlardı.[22] Onun elinde demiri yumuşattık, hattâ hamur gibi oldu. Katâde şöyle der: Allah demiri onun emrine verdi. Dolayısıyle, o, demiri ateşe sokma ve çekiçle dövme İh­tiyacını duymazdı. Demir onun elinde mum ve hamur gibi olurdu. [23]
11. "O demirden, insanı savaşın kötülüğünden koruya­cak geniş zırhlar yap" dedik. Tefsirciler şöyle der: Davud (a.s) demiri eline alırdı, demir sanki hamur olurdu. Ondan dilediğini yapardı. Günün kısa bir zamanında bin dirhemlik zırh yapardı. Bu paradan kendisi yer ve yoksullara dağıtırdı.[24] Kelimesi mahzûf bir mevsûfun sıfatıdır, tak­dirindedir ki, bu da, giyenin bedenini örten hattâ sahibinin yerde sürteceği kadar fazla olan tam ve geniş zırhlardır. Zırh Örmede, halkaları birbirine uygun gelecek şekilde ölçülü hareket et. Sâvî şöyle der: Herbir halkayı diğerine uygun ve okun delemeyeceği kadar kalın, giyene ağır gel­meyecek şekilde dar yap. Hepsini bir oranda yap.[25] Ey Davud ailesi, sâlih amel işleyiniz. Babanızın gücüne ve makamına güvenmeyiniz. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızdan haberdarım, onları gözetle­mekteyim ve size onların karşılığını vereceğim. Fahreddin er-Râzî şöyle der: Yüce Allah, Davud (a.s) için demiri yumuşattı. Neticede demir onun elinde hamur gibi oldu. Bu, Allah'ın kudretinde kolay bir şeydir. Çünkü demir, ateş vasıtasıyle, kendisiyle yazı yazılacak hale gelinceye kadar yumuşamaktadır. Hangi akıllı bunu Allah'ın gücünden uzak görür?[26] Zırhı halkalar halinde ilk yapan Davud (a.s)'dur. Ondan önce zırhlar, ağır levhalar halinde idi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:" Ona, savaş sıkıntıla­rınızdan sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik.[27] Bundan sonra Yüce Allah, Davud (a.s)'un oğlu Süleyman (a.s)'a verdiği peygamberliği, melikliği ve yüce makamı anlatmak üzere şöyle buyurdu: [28]
12. Süleyman'ın emrine de rüzgârı verdik. Rüzgâr onun emriyle gidiyordu. Onun sabahtan öğleye kadar ki yürüyüşü, gayretle yürüyen bir kimsenin bir aylık yürüyüşü kadardı, öğleden akşama kadar olan yürüyüşü de yine bir aylık idi. Tefsirciler şöyle der: Allah rüzgârı onun emrine verdi. Rüzgâr, sayılı birkaç saatte onu uzak mesafelere götürürdü. Onu ordusuyla birlikte taşır ve ülkeden ülkeye götürürdü. Sabahtan öğleye kadar onu bir aylık mesafeye götürür, akşama kadar da, bir aylık mesafeden geri getirirdi. Böylece bir günde, ona iki aylık mesafe katettirirdi. Onun için bakırı da erittik. Hattâ bakır, yerden fışkıran su gibi akardı. Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah, açık ve parlak bir mucize olarak, Davud (a.s) için demiri yumuşattığı gibi, Süleyman (a.s) için de bakırı akıttı, Cinleri de onun emrine verdik. Cinler onun emri ve isteği ile, ne dilerse yapıyordu. Bunlar insanların yapamayacağı işlerdendir. Bütün bunlar, Allah'ın emri ve emre hazır hale getirmesiyle olmuştur. Onlardan kim, kendisine emrettiğimiz, Süleyman'a itaattan yan çizerse, âhirette ona alevli ateşi tattırırız. Bundan sonra Yüce Allah, Cinlerin mükellef kılındığı işleri anlatarak şöyle buyurdu: [29]
13. Cinler, Süleyman'a, istediği yüksek köşkler ve bakır ve camdan çok güzel heykeller yaparlardı. Hasan Basrî şöyle der: O zaman heykel haram değildi. Allah'tan başkasına ibadet edilmesin diye, kötülüğe giden yolları kapatmak için bizim şeriatımızda haram kılınmıştır. Havuzlara benzer, büyük çanaklar yapar­lardı. İbn Abbas "havuz gibi" anlamındadır. Ve sabit büyük kazanlar yaparlardı. Bunlar, büyüklük ve ağırlıklarından dolayı yerlerinden oynamazdı. İbn Kesîr şöyle der: Büyük oldukları için, yerlerinde duran, hareket etmeyen ve sağa sola döndürülmeyen kazanlar de­mektir.[30] Onlara dedik ki: Ey Davud hanedanı! Bu yüce nimetlerden dolayı Rabbinize şükredin. Rabbiniz bu büyük nimeti ve yüce makamı sadece size verdi. Yüce Allah'a şükretmek için Ona itaata çalışın" Kullardan, Allah'ın nimetine şükredenler azdır. İbn Atıyye şöyle der: Burada, Allah'a şükretmeye teşvik ve uyarı vardır.[31] Bun­dan sonra Yüce Allah, Süleyman (a.s)'m nasıl öldüğünü haber vererek şöyle buyurdu: [32]
14. Biz Süleyman'ın ölümüne hükmedip de, ona ölüm gelince onun ölümünü Cinlere, güve denilen bir haşereden başkası bildirmedi. O güve, Süleyman (a.s)'ın asasını yiyordu. Süleyman (a.s) asasından düşünce, onaya çıktı ki, eğer Cinler, insanların ididia ettikleri gibi gaybı bilselerdi, O kadar uzun süre. o meşakkatli iş içinde durmazlardı. Tei'sircılcr şöyle der: İnsanlar, cinlerin gelecekte olacak gâib şeyleri bildiklerim söylerlerdi. Süleyman (a.s), mihrabında âsâsma yaslan­mış olarak namaz kılmak üzere durmuştu. Öldü ve o hal üzere bir sene kal­dı. Cinler, onun Öldüğünden habersiz, o zor işleri yapmaya devam ettiler. Nihayet güve, Süleyman'ın asasını yedi de Süleyman (a.s) yere düştü. Bu­nun üzerine öldüğünü anladılar. İnsanlar da anladı ki, Cinler gaybı bilmiyorlar. Çünkü Cinler gaybı bilselerdi, uzun süre bu meşakkatli işi yapmaz­lardı. Hz. Süleyman (a.s) öldüğü halde, onlar onun sağ olduğunu sanıyorlar­dı. [33]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek âyetler, birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşa­ğıda Özetliyoruz:
1. "Hamd, Allah'a mahsustur" cümlesinde, mübtedâ ile habe­rin mahfe olması hasr ifade eder. Yani, tam mânâsıyle hamde, Allah'tan başka hiç kimse lâyık değildir.
2. "girer ile çıkar, iner ile yükselir ve en küçük ile en büyük" kelimeleri arasında tıbâk vardır.
3. "O, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olandır", O, çok merhametli ve çok bağışlayandır" ve "Kullarımdan çok şükreden azdır" âycîlerindeki ve kalıpları, çok­luk ifade eden kalıplardır.
4. "İman edip sâlih amel işleyenlerin mükâfatını vermesi için" ile âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar" arasında mukabele var­dır. Yüce Allah mağfireti ve değerli rızkı güzel amel işleyenler için mükâ­fat; azabı ve elem verici iğrenç cezayı da,, suçlulara, karşılık olarak ver­miştir.
5. "Size haber verecek bir adamı gösterelim mi? cümlesindeki soru, alay ve istihza ifade eder. Onların bundan maksat­ları, Peygamberle (s.a.v.) alay etmektir. Peygamberin (s.a.v.), tanınmayan bir adam olduğuna işaret etmek için adını zikretmediler. Sanki o, bilinme­yen bir insanmış.
6. "Katımızdan Davud'a lülufta bulunduk" cümlesinde kelimesinin nekre olarak getirilmesi nimetin büyüklüğünü vurgulamak içindir. "Büyük bir nimet verdik" demektir. Davud'un, "fazl" kelimesinden önce söylenmesi ona verilen önemi ve nimete teşviki ifade eder.
7. "Sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydır" cümlesinde hazif yoluyla îcâz vardır. "Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafedir" demektir.
8. Havuzlar gibi çanaklar" terkibinde teşbih vardır. Teş­bih edatı zikredildiği, vech-i şebeh de hazfedildiği için buna mürsel müc­mel teşbih denir. [34]
15. Andolsun, Sebe1 kavmi için oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. Biri sağda diğeri solda iki bahçeleri vardı. "Rabbinîzin rızkından yiyin ve O'na şükredin, güzel bir ülke ve çokça bağışlayan bir Rab var" denildi.
16. Ama onlar yüzçevirdiler. Bu yüzden üzerleri­ne Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgmtı ve içinde biraz da sedir ağacı bulu­nan iki (harap) bahçeye çevirdik.
17. Nankörlük ettikleri için onları böyle cezalan­dırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?
18. Onların yurdu ile, içlerini bereketlendirdiği­miz memleketler arasında, birbirinden görünen nice köyler varettik ve bunlar arasında yürümeyi mesafele­re ayırdık. "Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin, dolaşın" dedik.
19. Bunun üzerine, "Ey Rabbimiz! Aralarında yol­culuk yaptığımız şehirlerin arasını uzaklaştır" dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, dillere des­tan ettik ve onları büsbütün parçaladık. Şüphesiz bun­da, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır.
20. Andolsun İblis, onlar hakkındaki zannım ger­çekleştirdi. İnanan bir zümrenin dışında hepsi ona uy­dular.
21. Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak âhirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırdedip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır.
22. De ki: "Allah'tan başka tanrı saydığınız şeyle­ri çağırın! Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlı­ğınca bir şeye sahiptirler. Onların buralarda hiç bir ortaklıkları da yoktur, Allah'ın da onlardan bir var-dımcısı yoktur."
23. Allah'ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince: "Rabbiniz şefaat hakkında ne buyurdu?" derler. "Hak olanı bu­yurdu" derler. O, yücedir, büyüktür.
24. De ki: "Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?" De ki: "Allah! O halde biz veya siz, (ikimiz­den biri), ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık i-çindedir."
25. De ki: "Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorulacak deği­liz."
26. De ki: "Rabbimiz hepimizi bir araya toplaya­cak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, hakkıyla bilendir."
27. De ki: O'na koştuğunuz ortaklarınızı bana gös­terin. Hayır! Bilâkis, yegâne galip ve her şeyi hikmetle idare eden ancak Allah'tır.
28. Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
29. "Eğer sözünüzde doğru iseniz bu vâdettiğiniz ne zaman kopacak?" derler.
30. De ki: "Size öyle bir gün vâdedilmiştir ki, siz ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebi­lirsiniz."
31. Kâfir olanlar dediler ki: "Biz hiçbir zaman bu Kur'ân'a ve bundan önce gelen kitaplara inanmaya­cağız." Sen o zâlimleri, Rablerinin huzurunda tutuk­lanmış, birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara, "Siz olmasaydınız, elbette biz inanan insanlar olurduk" derler.
32. Büyüklük taslayanlar, zayıf sayılanlara "Size hidâyet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Bilâkis siz suç işliyordunuz" derler.
33. Zayıf sayılanlar da, büyüklük taslayanlara, "Hayır! Gece Gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşma­mızı bize emrederdiniz" derler. Artık azabı gördükle­rinde, pişmanlıklarını içlerine atarlar, biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalan­dırılırlar.

Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti

Yüce Allah Önceki âyetlerde Davud ve Süleyman(a.s)'m kıssalanr anlatmak suretiyle nimetine şükredenlerin durumunu açıkladıktan sonr; burada da Sebe' kavminin kıssasını anlatarak nimetlerine karşı nankörlü edenlerin durumlarını açıkladı. Bunları, Kureyş'e öğüt vermek, onla: sakındırmak ve Allah'ın nimetlerine nankörlük edenlerin başlarına gele belâ ve musibetlere dikkatlerini çekmek için anlattı. Sonra da, kendisir kulluk edip şükretsinler diye, Mekke kafirlerine olan nimetlerini hatırlattı. [35]

Kelimelerin İzahı

Sebe', Yemen'de oturan bir Arap kabilesi olup, ataları Sebe' b. Yeşcüb b. Kahtan'ın adıyla anılırlar.
Arim, iki şey arasında bulunan engel demektirr. Nehhâs şöyle der: önünde bir engel bulunduğu halde, iki dağ arasında toplanan yağmur suyuna "Arim" denir.[36]
Hamt, acı ve tiksindirici demektir. Zeccâc şöyle der: Yenilme­si mümkün olmayacak derecede acı olan her bitki ham t'tır. Müberred de şöyle der: İştah almayacak şekle dönüşen her şey. Süt ekşidiğinde ona da "hamt" denir.
Esi, meyvesiz bir ağaç. Ferrâ şöyle der: Esi, tarfâ ağacının bir benzeridir. Ancak o, tarfâ'dan daha uzundur. Rasulullah (s.a)'ın minberi ondan yapılmıştı. Tekili îül dir.
Sidr ağacı. Ferrâ der ki: O, servidir. Ezherî de şöyle der: Sidr iki türlüdür. Birincisi, kendisinden faydanılmayan ve yaprağı da sabun ola­rak kullanılmaya elverişli olmayandır. Yenilmeyen kokulu bir meyvesi vardır. İkincisi, su üzerinde biten, meyvesine nibk denilen, yaprakları sabun olarak kullanılabilen sidr ağacıdır."[37]
Zahîr, yardımcı demektir.
Fettâh, kadı ve hak ile hükmeden hâkim. [38]

Âyetlerin Tefsiri

15. Buradaki olup, kendisinden sonra gelen cümlenin, mahzuf bir yeminin cevabı olduğunu ifade eder. Yani, Allah'a andolsun ki, Sebe' kavminin Yemen'de yurtlarının bulunduğu yerde, Allah'ı ve Onun. iyi iş yapanlara iyiliklerinin karşılığını, kötü iş yapanlara da kötülüklerinin karşılığını verebileceğini gösteren büyük bir alâmet vardır. Allah, nimetine karşı nankörlük ettikleri için, Sebe' kavminin düzenlerini bozdu, en kötü bir şekilde dağıttı, mülklerini harap etti ve ibret alacak olanlar için onları bir ibret kıldı. Bundan sonra Yüce Allah, o nime­tin ne olduğunu açıklamak üzere şöyle buyurdu: Onların sağh-sollu iki büyük bahçesi vardı. Bu bahçelerde her türlü meyveler bulu­nurdu. Vadinin sağında da solunda da güzel güzel bahçeler yer alıyordu. Katâde şöyle der: Bahçelerinde ağaçlar ve meyveler vardı. İnsanlar onların gölgelerinde neşelenirdi. Kadın, başına sepet veya zenbil alarak ağaçların altında yürürdü. Ağaçlardan, külfetsiz ve koparma olmadan, zenbili dolduracak kadar meyve dökülürdü. Zira meyveler çok ve olgundu.[39] Beyzâvî şöyle der: Yüce Allah, sadece iki bahçeyi kastetmedi. Aksine bahçelerden iki grubu kastetti ki, bunlardan bir grub yurtlarının sağ tarafında, bir grup da sol tarafında idi. Bahçeler birbirine çok yakın ve içice olduğu için bir bahçe gibi idiler. Bu sebeple, her birine bir bahçe denildi.[40] Peygamberlerin diliyle onlara dedik ki: Allah'ın lütfundan ve nimetlerin­den yiyin . Bunlara karşılık Rabbinize şükredin. Yaşadığı­nız bu ülke, güzel bir ülkedir. Toprağı iyi, havası güzeldir. Geliri çoktur. Size rızık veren ve şükretmenizi emreden Rabbiniz de, kendisine şükredeni çok bağışlayan Rab'dır. [41]
16. Onlar Allah'a itaat etmek, şükretmek ve peygamberin emirlerine uymaktan yüzçevirdiler. Biz de üzerlerine harap ve yok edici seli gönderdik. Onun şiddeti ve çokluğu karşısında durulamaz. Bütün bahçelerini ve evlerini sel aldı. Taberî şöyle der: Onlar peygamber­lere inanmaktan yüzçevirince, sellere engel olan o baraj delindi. Sonra da su taşıp, bağ ve bahçeler sel altında kaldı. Sel tarlalarını ve yurtlarını ha­rap etti.[42] O zengin bahçeleri acı, ve tiksin­dirici meyvesi bulunan kupkuru bahçeler hâline getirdik, Bu kuru bahçelerde esil ve sidr ağaçları gibi, meyvelerinden faydalanıl­mayan bazı ağaçlar da vardı. Râzî şöyle der: Yüce Allah onların üzerine mallarını alıp götüren, evlerini harap eden bir sel gönderdi. Dikenli ve meyvesi acı olan her çeşit ağaca hamt denir. Esi ise, tarfâ türünden bir ağaçtır. Sadece bazı zamanlarda meyve verir. Üzerinde, tadı ve özelliği bakımından meşe palamutuna benzer veya ondan daha küçük bir meyve bu­lunur. Sidr ise, bilinen bir ağaçtır. Âyette, Yüce Allah sidr için, "az" tabiri­ni kullandı. Zira o, Arapların en değerli ağaçlarındandır. Yüce Allah, bu âyetle, bahçelerin hangi yolla harap edildiğini açıkladı. İçinde bakım ya­pan insanların bulunduğu bahçelerde, bu bakım sebebiyle güzel meyveleı olur. Bu bahçeler yıllarca bakımsız kalırsa, orman ve çalılık haline gelir Ağaçlar birbirine dolaşır, zararlı bitkiler yetişir. Meyveler azalıp ağaçlai çoğalır,[43] Tefsirciler şöyle der: Harap edilen bahçelerin yerine onlara veri lenlere de "bahçe" denilmesi bir nevi alaydır. Çünkü esi, sidr ve dikenli acı meyveli ağaçların bulunduğu yere bahçe denmez. Bunlar hemen hemeı hiç faydalanılmayan ağaçlardır. Bu yerlere, müşâkelet yoluyla bahçe denilmistir. [44]
17. Onlara verdiğimiz bu korkunç ceza, inkârların­dan dolayıdır. Biz böyle şiddetli cezayı, ancak aşırı dere­cede kâfir olanlara veririz. Mücâhid şöyle der: Yüce Allah sadece, inkârda aşırı gidenleri cezalandırır. Çünkü Allah mü'minin günahlarını örter. Kâfiri de, yaptığı bütün kötü işlerden dolayı cezalandırır.[45]
18. Bu bölüm, onlara Allah'­ın lütfettiği nimetlerin anlatımının devamıdır Yani, Sebe' ülkesiyle, âlemler için bereketlerle dolu olarak yarattığımız Suriye şehirleri arasında, Yemen'den Suriye'ye kadar uzanan sıra sıra köyler meydana getirdik. Yakınlıklarından dolayı birinden diğeri görünen, yolcuların görebileceği köyler meydana getirdik. Sebe'lilerin köyleri ile Suriye arasındaki yürüyüşü, konaktan konağa, köyden köye olmak üzere belli bir miktar tayin ettik. Onlara, "Ne zaman isterseniz, gece ve gündüz korkmadan, bu beldeler arasında yolculuk yapın" dedik. Ze-m ah serî şöyle der: Sebe'lilerden sabah yola çıkan, öğleyin bir köyde dinle­nir; öğleden sonra yola çıkan geceyi bir köyde geçirirdi. Bu, Suriye'ye kadar böyle devam ederdi. Yolcu ne açlık, ne susuzluk, ne de düşmandan kor­kardı. Ne azık, ne su taşıma ihtiyacını duyardı. Yolcular, hiçbir şeyden korkmadan güven içersinde yolculuk yaparlardı.[46]
19. Bu âyet,. Sebe'lilerin, nimeti nankörlükle karşıladıklarını haber vermektedir. Yani onlar nimete nankörlükle karşılık verip rahat ye esenlikten bıktıklarında Allah'tan çöllerde yürümek ve yol­culukları için azık almak gayesiyle, birbirine bitişik olan köyleri uzak­laştırmasını istediler. Bunun üzerine Yüce Allah o köyleri harap edip ıssız çöller haline getirmek suretiyle isteklerine çabucak cevap verdi. Nimete nankörlük ederek kendilerine zulmettiler, Biz de onları, sonraki insanlara anlatılan haberler haline getirdik. Onları çeşitli ülkelere dağıtarak darmadağın ettik. Onların bu anlatılan kıssasında, belâlara sabreden ve nimetlere şükreden her kul için ibretler ve öğütler vardır. Sebe' kıssasını anlatmaktan maksat, öncekilerin başlarına gelenlerin, yaşayanlarında başına gelmemesi için, onları nimete nankörlük etmekten sakındırın aktır. Bundan dolayı on­ların kıssaları darb-ı mesel haline gelmiştir. Herhangi bir topluluk, birleşemeyecek şekilde dağıldıklarında denilir. Bundan sonra Yüce Allah, müşriklerin sapmalarının sebebini anlatmak üzere şöyle buyurdu: [47]
20. Mel'un İblis'in bu sapıklar hakkındaki zannı gerçekleşti. Çünkü o, bâtılı güzel göstermek süreliyle onları aldatabi­leceğim zannetmiş ve "Andolsun, hepsini mutlaka azdıracağım"[48] diye ye­min etmişti. Böylece zannı gerçekleşmiş oldu. Mücâhid şöyle der: İblis bir fikir tasarladı. Düşündüğü gibi de oldu. Böylece düşüncesini gerçekleştir­di"[49] Bir grubun yani mü'minlerin dışında insanlar onun sapıklık çağrışma uydular. Müminler ise uymadılar. Kuriubî der ki: Mü'minlerden ancak bir grup, şeytanın şerrinden kurtuldu. İbn Abbas da, "bütün mü'minler kurtuldu" der. Buna göre "bir kısmı" mânâsında değil de açıklama mânâsında kullanılmıştır. İblis, gaybı bilmediği halde düşün­cesini gerçekleştireceğini anlamıştı. Çünkü, kendisine Âdem'i (a.s.) etki­leme gücü verilince, kuvvetli ihtimalle, aynı şekilde zürriyetini de etki­leme gücü verileceğini tahmin etti. Tahmini de gerçekleşmiş oldu.[50]
21. Vesvese vermek ve aldatmak suretiyle İblis'in, mü'minler üzerinde hakimiyet ve üstünlüğü yoktur, Bu, ancak yüce bir hikmete binâendir ki o da, âhirete inanan mü'mini ve bu hususta şek ve şüphe içinde olanı bildiğimizi, do-layısıylc herkese amelinin karşılığını vereceğimizi kullara göstermektir. Kurtubî şöyle der: İblis onları inkâra zorlamadı. O sadece çağırdı ve inkârı güzel gösterdi.[51] Hasan Basrî şöyle der: Vallahi, İblis onlara bastonla vur­madı. Onları herhangi bir şeye de zorlamadı. Onun yaptığı sadece aldatma ve kuruntudan ibaretti. O insanları bunlara çağırdı, onlar da kabul ettiler.[52] Ey Muhammedi Senin Rabbin her şeyi görüp gözetle­mektedir. Kulların yaptıklarından hiçbiri O'na gizli kalmaz. O, onların amellerini korumakta, durumlarını ve niyetlerini bilmektedir. Sâvî şöyle der: Şeytan, aldatmanın sebebidir, yaratıcısı değildir. Allah kimi korumak isterse, Şeytan'ı ondan engeller. Kimin de aldatılmasını isterse Şeytanı ona musallat kılar. Bunların hepsi Yüce Allah'ın fiilidir.[53] Allah'ın, Şeytanı in­sanlara musallat kılmasmdaki hikmetin, iyileri kötülerden ayırmak mak-sadıyle imtihan ve deneme olduğu anlatıldı. Âyette geçen den maksat, "bildiğimizi insanlara gösterelim" demektir. Yoksa, Yüce Allah olmuşu da olacağı da bilir. [54]
22. Ey Muhammedi O müşriklere de ki: Allah'ı bırakıp da tapmış olduğunuz ve ilah olduklarını iddia ettiğiniz putları çağırın. Çağırın da size yarar sağlasınlar ve sizden zararı defetsinler. Ebu Hayyân şöyle der: İlahların çağrılmasını emretmek, onları âciz düşürmek ve aleyhlerine delil getirmek içindir.[55] Onlar zerre kadar menfaat veya zarar veremezler, Göklerde, yerde ve bütün kâinatta hiçbir şey yapamazlar. O ilahların ne yaratmada, ne mülkiyette ne de tasarruf hususunda Allah'la herhangi bir ortaklıkları yoktur. Göklerin ve yerin idaresi hususunda o ilahlardan, Allah'a yardım eden herhangi bir yardımcı yoktur. Aksine O. herşeyi tek başına yaratan, tek basma var eden ve yok edendir. Yüce Allah, yaratma ve sahip olma hususunda ilahların ortaklığım reddettikten sonra, şefaat edemeyeceklerini de belirtti. [56]
23. Şefaat hususunda kendisine izin veril­medikçe Allah katında, hiçbir melek veya peygamberi şefaat edemez. Hal böyle olunca, onlar, ilahlarının kendilerine şefaat edeceğini nasıl iddia ederler? tbn Kesîr şöyle der: Yüce Allah'ın büyüklüğü ve yüceliğinden do­layı, hiçkimse Onun katında, herhangi bir hususta şefaate cesaret edemez. Ancak Allah'ın şefaat hususunda izin vermesinden sonra şefaat edebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İzni olmadan. Onun katında kim şefaat edebilir?"[57] Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler"[58] Şefaat, Adem (a.s.) soyunun efendisine, Onun yüce makamım göstermek için verilmiştir. O, Allah katında en büyük şefaatçidir. Bu olay, bütün in­sanlara şefaat etmek için, makam-ı mahmûda çıktığı zaman gerçekleşe­cektir.[59] Melekler ve peygamberlerden oluşan şefaatçi­lerin kalplerinden korku gittiğinde, Birbirlerine: "Şefaat hususunda Rabbiniz ne dedi?" derler, Şöyle cevap verirler: "O hu­susta Yüce Allah mü'minler için izin verdi. Kurtubî şöyle der: Yüce Allah, peygamberlere ve meleklere şefaat izni verir." Ancak onlar, kusur ederiz endişesiyle, o anda içinde bulundukları korkulu hâlet-i ruhiye ve şiddetli te­dirginlikten dolayı, Allah'tan son derecede korku içinde bulunurlar. Üzüntüleri gidince üstlerindeki meleklere derler ki: "Rabbiniz ne emretti?" Onlar da "hakkı emretti, yani, mü'minler için şefaat etme hususunda size izin verdi" derler.[60] Allah, yücelikte ve büyüklükte tektir. Sal­tanat ve azametinde yücedir. Ebussuûd şöyle der: Bu bölüm, şefaatçilerin sözünün devamıdır. Onlar bu sözü, Yüce Allah'ın hudutsuz büyüklüğünü iti­raf etmek için söylediler. Onun izni olmadan, hiçkimsenin konuşma yetkisi yoktur.[61] Bundan sonra Yüce Allah, yaratan ve nzık verenden başkasına ibadet etmelerinden dolayı müşrikleri kınadı: [62]
24. Ey Muhammedi Onlara de ki: Gök­lerden yağmuru indirmek, yerden bitkileri ve meyveleri çıkarmak suretiyle size nzık veren kimdir? Onlara de ki: "Rızık veren, sizin ilâhlarınız değil, Allah'tır." İbnu'l-cevzî şöyle der: Rızık verenin ibadete müstehak olduğuna dâir kâfirlere delil getirmek için, onlara bunu sorması Rasulullah (a.s)'a emredildi. Halbuki onlar, Allah'tan başka bir rızık verenin bulun­duğunu isbat edemezler. İşte bunun içindir ki, cevap "Allah'tır, de" şeklinde geldi. Çünkü onlar, bundan başka bir cevap veremezler.[63] Bizden veya sizden, iki gruptan biri, mutlaka ya hidâyet veya apaçık bir sapıklık içindedir. Bu, hasma karşı son derece insaflı bir dav­ranıştır. Ebu Hayyân şöyle der: Burada söz, şüphe varmış gibi söylendi. Oysa, bilinen bir şeydir ki, tek olan Allah'a ibadet eden doğru yolu bul­muştur. Allah'ı bırakıp da cansız varlıklara tapan ise sapmıştır. Burada, iddiada insaflı ve yumuşak bir ifade kullanılmıştır. Onların sapıklıkları tariz yoluyla anlatılmaktadır ki, bu ifade onların iddialarını açıkça reddetmek­ten daha vurguludur. Bu, arkadaşının yalancı olduğunu kesinkes bilen Arabın söylediği şu söze benzer: Ben veya sen hangi­miz yalancıysa Allah onu rezil etsin".[64]
25. De ki: "Bizim işlediğimiz suçtan dolayı siz cezalandırılmazsınız, sizin kazandığınızdan dolayı da biz cezalanmayız. Herkese, kendi suçunun karşılığında ceza verilir. "Bu İfade, tartışmada, son derece insaflı ve yumuşak bir ifadedir. Zemahşerî şöyle der: Bu ifade öncekinden daha vurgulu ve daha insaflıdır. Çünkü burada, suç işlemek kendilerine, amel etmek de muhataplara isnat olundu.[65]
26. De ki: "Kıyamet gününde Allah bi­zi ve sizi bir araya getirecek, sonra aramızda hak ile hükmedecek. O, hiç kimseye zulmetmeyen adaletli hâkimdir. Mahlukâtm bütün hal­lerini bilendir. Hak yolda gideni cennete, bâtıl yolda gideni de cehenneme sokacaktır." [66]
27. Bu, müşriklerin Allah'a ortak koşmaları­nı kınayan ve onların büyük hatalarını ortaya çıkaran bir diğer âyettir. Yani, ilâhlıkla Allah'a ortak sayıp, derecesine yükselttiğiniz putlarınızı bana gösterin de, hangi özelliklerinden dolayı, benzeri olmayan bir Allah'la birlikte ibadete müstehak olduklarına bakayım. Ebussuûd şöyle der: Burada, aleylerine delil getirilip susturulduktan sonra onları daha bir şiddetle sustur­ma ifadesi vardır.[67] Bu âyet, onların iddialarını red­detmektedir. Yani, durum iddia ettiğiniz ve Allah'ın ortağı olduğuna inan­dığınız gibi değildir. Aksine, O tek bir İlâhtır. Emrini yerine getirebilen­dir. Mahlûkâtmı idare etme hususunda hikmet sahibidir. Binaenaleyh, mül­künde onun asla ortağı olmaz. [68]
28. Ey Muhammedi Seni sadece Araplara göndermedik, bilakis bütün insanlara gönderdik. Mü'minlere naîm cennetlerini müjdeleyici, kâfirleri de cehennem azabından sakmdıncı ola­rak gönderdik. Fakat o kâfirler bunu bilmezler. Cahillikleri onları, içinde bulundukları azgınlık ve sapıklığa itmektedir. [69]
29. Müşrikler alay ederek: "Eğer söylediklerinizde doğru iseniz, bizi korkuttuğunuz o azap ne zaman gele­cek?" derler. Bu hitap, hem Peygambere (s.a.v.) hem mü'minleredir. [70]
30. Onlara de ki: Azap için tayin edilmiş bir zamanınız vardır. Allah'ın takdir ettiği zamanında gelecektir. Herhangi bir kimsenin isteğiyle geri kalmaz, herhangi birinin ri­casıyla da öne geçmez. O halde Allah'ın azabını acele istemeyin. O, kesin­likle gelecektir.
Bundan sonra Yüce Allah müşriklerin inat ve yalanlamada devam et­tiklerini bildirerek şöyle buyurdu: [71]
31. İnkâr edenler dediler ki: Biz asla ne bu Kur'an'a inanırız, ne de ondan önce gelmiş olup öldükten sonra haşri ve dirilmeyi bildiren semavî kitaplara inanırız. Ey Muhammedi Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden o zâlimlerin hesap yerindeki durumunu bir görsen. Ora­da onlar birbirlerini kınarlar. Manzaranın korkunçluğunu ifade etmek için edatının cevabı söylenmemiştir. Takdiri Elbette korkunç ve kötü bir şey görmüş olursun, Tâbi' olanlar önderlere derler ki; Siz bizi saptırmasaydiniz, biz elbette doğru yolu bulan mü'minler olurduk. [72]
32. Önderler de tâbilere şöyle cevap verir: Size hak geldikten sonra, ona iman etmekten biz mi alıkoyduk? Hayır, iş sizin dediğiniz gibi değildir. Bilakis iyice günaha dalmış suçlular olmanız sebebiyle, siz kendi kendinize inkâr ettiniz. [73]
33. Tâbi olanlar ön­derlere der ki: Bilakis, gece gündüz bize tuzak kurmanız, işte o bizi hakka inanmaktan alıkoyan şeydir. Bize, Allah'ı inkâra ve O'na ortaklar koşmaya çağırdınız zaman, eğer bâtılı süslü göster-meseydiniz, biz inkâr etmezdik. O her iki grup, aza­bı gördüklerinde inanmadıklarına pişman olduklarını gizleyecekler. Ayıp­lanma korkusuyla onu saklayacaklar. Kâfirle­rin cehennem ateşiyle azaplandırıİmalarından fazla olarak boyunlarına zin­cirler takacağız. Onlar, sadece yaptıklarının kar­şılığı ile cezalandırılırlar. İnkâr etmeleri ve suç işlemelerinin dışında, baş­ka bir şeyle cezalandırılmazlar. [74]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek âyetler birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özeltiyoruz:
1. "sağ" ile "sol", "müjdeleyici" ile "korkutucu," "öne geçmezsiniz" ile "geri kalmazsınız" ve "zayıf kabul edilenler" ile "büyüklük taslayan," lafızları arasında tıbâk vardır. Bu, güzelliştirici edebî sanatlardandır.
2. "Oralarda yürüyüşü konaktan konağa takdir ettik" ile "yürüyün dedik" cümleleri arasında cinâs-ı iştikak vardır. Çünkü kelimesi den türemiştir.
3. "Allah'ı bırakıp da, ilah olduklarını id­dia ettiklerinizi çağırın, de" şeklindeki emir, işitmeyen ve hissetmeyen cansız varlıkları çağırın diye emretmekle acze düşürmeyi ifade eder.
4. De ki. " göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?" cümlesi, kınama ve susturma ifade eder.
5. "De ki, Allah'tır" cümlenin akışından anlaşıldığı için, haber söylenmemiştir: "Kulları yaratan ve rızık veren Allah'tır de" demektir. Âyetin akışı, bu söylenilmeyenleri ifade etmektedir.
6. "Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır" cümlesinde mübalağa siğaları kul­lanılarak vurgu yapılmıştır. Çünkü, ve mübalağa kalıplarmdandır. "O, en âdil hüküm veren ve her şeyi hakkıyla bilendir" cümlesi de aynı şekilde vurgu ifade eder.
7. "Sen o zalimleri, Rablerinin huzu­runda tutuklanmış iken bir görsen" cümlesinde, manzaranın korkunçluğunu ifade etmek için, cevap söylenmemiştir. Yani, "Onların halini bir görsen, elbette korkunç bir şey görmüş olursun".
8. "Bilakis gece ve gündüzün tuzağı" terkibi mecâz-ı aklîdir. Tuzak kurma fiili geceye isnat edilmiştir. Maksat, müşriklerin g celeyin onlara tuzak kurmalarıdır. Dolayısıyle bunda mecâz-ı aklî vardır.
9. "Biz asla bu Kur'an'a ve ondan önci gelen kitaplara inanmayacağız" cümlesinde istiare vardır. Zira, Kur'an'tf] "iki eli" yoktur. Fakat bu ifade, Kur'an'dan önce Allah tarafından indirilrnij olan semavî kitaplar için müsteâr olarak kullanılmıştır.
10. gibi âyet son­larında uygunluk vardır. Bu uygunluk, kulağa hoş gelmektedir. [75]
34. Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, "Biz, size gönderilmiş olan şeyi inkâr ediyoruz" dediler.
35. Ve: "Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz aza­ba uğratılacak değiliz." dediler.
36. De ki: "Rabbim dilediğine bol rızık verir ve dilediğinden kısar; fakat insanların çoğu bilmezler."
37. Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mal-larımzdır, ne de evladlarınız, îman edip iyi amelde bu­lunanlar müstesna; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar (cennet) odalarında güven içindedirier.
38. Ayetlerimizi boşa çıkarmaya çalışanlara ge­lince, onlar da azapla yüzyüze bırakılacaklardır.
39. De ki: "Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz hayra ne har­carsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık ve­renlerin en hayırhsıdır."
40. O gün Allah, onların hepsini toplayacak, sonra meleklere, "Size tapanlar bunlar mıydı?" diyecek.
41. Melekler de, "Sen yücesin, bizim dostumuz onlar değil, sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı." diyecekler.
42. Bugün birbirinize ne fayda ne de zarar ver­meye gücünüz yeter. Biz zâlim olanlara, "Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın!" divecesiz.
43. Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: "Bu, sizi babalarınızın taptığı putlardan çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir." Ve yi­ne "Bu da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değil­dir." dediler. Hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler de: "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey de­ğildir." dediler.
44. Halbuki biz onlara okuyacakları kitaplar ver­mediğimiz gibi senden önce onlara bir uyarıcı da gön­dermemiştik.
45. Onlardan öncekiler de inkâr etmişlerdi. Bun­lar, öncekilere verdiklerimizin onda birine ulaşmadı­lar. (Böyleiken), peygamberlerimi yalanladılar ama ce­zam nasıl oldu!
46. De ki: "Size bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkmanızı, sonra da düşünmenizi öğütlerim. Arkadaşınızda hiçbir delilik yoktur! O ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan evvel sizi uyarandır."
47. De ki: "Ben sizden bir ücret istemişsem, o si­zin olsun. Ücretim yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir."
48. De ki: "Kuşkusuz, Rabbim gerçeği ortaya ko­yar. Çünkü O, gaybı çok iyi bilendir."
49. De ki: "Hak geldi; artık bâtıl ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir."
50. De ki: "Eğer saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği Kur'ân sayesindedir. Şüphesiz O, işi­tendir, yakındır."
51. Telâşa düştükleri zaman, bir görsen! Hiç kaça­cak yerleri yoktur, yakın bir yerden yakalanmışlardır.
52. "Ona inandık" demişlerdir, ama uzak yerden îmana kavuşmak onlar için nasıl mümkün olur?
53. Halbuki daha önce onu inkâr etmişlerdi. Gayba uzak bir yerden atıp tutuyorlardı.
54. Artık, bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzu ettikleri şey arasında perde çe­kilmiştir. Şüphesiz onlar, kendilerini endişeye düşüren bir korku içindeydiler.

Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti

Yüce Allah, önceki âyetlerde Sebe'lilerin kıssalarını, Allah'ın nimet­lerine karşı gösterdikleri nankörlükleri ve bunun neticesinde nimetlerin ce­zaya çevrilmesini anlattıktan sonra burada da müşriklerin mal ve evlatlara aldanmalarım ve Peygamber (s.a.v.)'i yalanlamalarını anlattı. Peygamber (s.a.v.)'i teselli etmek ve müşrikleri sakındırmak maksadıyla, helak olan­ların helak oldukları yerleri açıklamak suretiyle bu mübarek sûreyi sona erdirdi. [76]

Kelimelerin İzahı

Varlıklıları, kendisine nimet verilen, çok zengin, makam ve şeref sahibi kimse demektir.
Bollaştırır.
Daraltır.
Yakınlık
Yalan, iftira.
Onda bir (1/10). Cevheri şöyle der: Bir şeyin mi1 şan, onun onda ve yJuz aynı manâda iki kelimedir.
biri demektir.[77]
İnkâr etmek. Bu kelime aslında şeklinde idi. Âyet sonla­larının birbirine uygunluğu gözetildiği için bu şekilde gelmiştir. Zeccâc şöyle der: İnkâr etmek mânâsında isimdir.
Cinnet, delilik demektir.
Fevt, kaçmak ve kurtulmak manasınadır.
Tenâvuş, elde etmek demektir. Zemahşerî şöyle der: ile kelimeleri, almak mânâsına gelen iki kardeş kelimedir. Ancak Tenâvuş, yakın olan bir şeyi kolayca almak demektir.[78] Savaşta iki tarafın birbirine yaklaşması mânâsına gelen de bu köktendir. İbn Sikkit şöyle der: Bir kimse başka birini cezalandırmak için yakaladığında denir. [79]

Âyetlerin Tefsiri

34. Biz hangi ülkeye, azabımıza karşı halkını uyarması için, bir peygamber gönderdiysek, oranın zengin ve dünya nimeti içinde yüzenleri, "senin peygamberliğine i-nanmayız ve senin getirdiğini tasdik etmeyiz" dediler. Katâde şöyle der: zorbaları liderleri ve kötülükte önderleri demektir.[80] Bunlar, pey­gamberleri hemen yalanlayanlardır. Bu âyetten maksat, Kureyş ileri gelen­lerinin yalanlamalarına karşılık Peygamber (s.a.v.)'i teselli etmektir. [81]
35. Mekke müşrikleri dediler ki: "Bizim ma ve evlâdımız bu zayıf mü'minlerinkinden daha çoktur. Allat bize azap etmeyecektir. Çünkü O, bizden razıdır. Bizden razı olmasa .el bette bize bol bol rızık vermez. İşte dünya işini âhiretle kıyaslayın. Müşrikler Allah'ın, dünyada kendilerine mal ve evlat verdiği gibi âhirettede cezalandırmayacağım sanıyorlardı. Ebû Hayyân şöyle der: Yüce Alla! âyette zenginlerin davranışlarını anlattı. Zira peygamberleri ilk önce ya lanlayanlar onlardır. Çünkü onlar dünyanın zînetiyle meşguldürler ve bu zı net onların kalplerine hakimdir. Kalpleri sürekli olarak dünya nimeti il meşgul ve ona aşırı düşkündür. Fakirler, bunların tersine dünya lezzetlerin sahip değillerdir. Dolayısıyla onların kalpleri doğruyu daha çabuk kabı eder. Onun içindir ki peygamberlere uyanların çoğu fakirlerdir.[82]
36. Ey Muhammedi Onlara de k Rızkın bol verilmesi veya daraltılması Allah'ın razı olduğuna delil deği dir. Allah bazen imtihan etmek ve denemek için kâfir ve günahkârın rızkı bol verir, mü'min ve itaatkârın rızkını da daraltır. Şu halde mal ve evlad: çokluğunu sevgi ve mutluluğun delili sanmayın. Bilakis bu durum, hikme ve Allah'ın dilemesine tabidir. Fakat o kâfirleri çoğu bu gerçeği bilmezler. Dolayısıyla mal ve evladın çokluğunun şeref değer alâmeti olduğunu sanırlar. Oysa bunlar çok zaman insanları yav yavaş helake doğru gitmeye.teşvik için verilir.[83] Nitekim Yüce Allah buyurmuştur: "Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake götüreceğiz"[84] Bu sebeple Yüce Allah bunu pekiştirmek için şöyle buyurdu: [85]
37. Çokluklarıyla övündüğünüz mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah'a yaklaştıracak şeyler değillerdir. Sizi Allah'a yaklaştıracak olan ancak iman ile sâlih ameldir. Taberî şöyle der: Zülfâ; yakınlık demektir. Yani insanların ne mallarının ne de evlatlarının çokluğuna itibar edilmez.[86] Bunun içindir ki Yüce Allah bunun ardından şöyle buyurdu: Ancak malını Allah yolunda harcayan, çocuğuna iyi şeyleri öğreten ve güzel bir şekilde terbiye eden salih mü'min müstesna. İşte onun yaptıkları onu Allah'a yaklaştırır.[87] İşte onların sevaplan katkat verilir. Bir iyiliğe karşılık on misli ve yediyüze kadar daha fazla sevap verilir, O mü'minler cen­nette yüksek makamlarda her türlü azap ve kötü şeylerden, emin olacak­lardır. Yüce Allah mü'minlere verilecek karşılığı anlattıktan sonra kâfirle­re verilecek cezayı da anlattı ki iki karşılık arasındaki zıtlık ortaya çıksın. Yüce Allah şöyle buyurdu: [88]
38. Bize karşı inat göstererek insanları Allah yolundan, âyetlerine ve peygamberlerine uymaktan alıkoymaya çalı­şanlar var ya onlar bizim önümüze geçeceklerini sanıyorlar. Oysa onlar kıyamet gününde hesap için getirilecekler ve sürekli olarak azap içinde kalacaklardır. [89]
39. Ey Muhammedi De ki: Rabbim yarattıklarından dilediğinin rızkını geniş verir, dilediğininkini de daraltır. O halde Allah'ın size rızık olarak verdiği mallara aldanmayın. Tbn Cüzey şöyle der: Maksat farklı olduğu için âyet tekrar edildi. Çünkü birin­ciden maksat, kâfirlerin durumunu açıklamak, buradaki âyetten maksat ise mü'minleri Allah yolunda harcamaya teşviktir.[90] Allah yolunda, az çok ne hare ad ly sanız, bilesiniz ki Allah size er veya geç onun karşılığını verecektir. Allah verenlerin en hayırlıyıdır.[91] Çünkü Allah'ın lütfü hesapsızdır başkalannmki ise hesap iledir. Tefsirci-ler der ki: Yüce Allah, kulu Rabbine yaklaştıran ve sevaplarının kat kat ve­rilmesine sebep olan şeyin iman ve salih amel olduğunu açıkladıktan sonra, âhirette verilecek nimetlerin dünyada rızkın geniş olmasına mani ol­madığını, bilakis ilahî vaad gereği iyi kimselere âhirette verilecek olan eksiksiz mükâfat ve güzel sevap ile birlikte dünyada da bol rızık verilebi­leceğini bildirdi [92]
40. Allah'ın, müşriklerin tümünü Öncekileri ve son­rakileri hesap ve ceza için toplayacağı günü hatırla! Bu âyetteki soru, kınama ve azarlama ifade eder. Yani Yüce Allah onları topladıktan sonra meleklere der ki: Bunlar beni bırakıp size mi ibadet ettiler? Onlara bunu siz mi emrettiniz? Zemahşeri şöyle der: «Bu söz, melekler için bir hitap, kâfirler için de bir azarlama olup halk arasında söylene gelen ve bir kimsenin, söylediği sözün ifâde ettiği manâdan başka bir mânâ kasdettiğini gösteren şu darb-i mesel şeklinde gelmiştir: "Ey kadın seni kasdediyorum! Komşu sen duy (Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla.)" Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu sözüdür: "Ev MerYem oğlu İsa! İnsanlara:"Beni ve anam'ı, Allah'tan başka iki ilâh edinin" diye sen mi dedin?" Oysa noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah Hz. İsa'nın (a.s.) da meleklerin de kendilerine nisbet edilen şeylerden uzak ol­duklarını bilir. Bu soru ve cevaptan maksat, müşrikleri daha şiddetli azarla­mak ve daha çok utandırmaktır.»[93]
41. Melekler derler ki: Ey Rabbim iz! Sen. herhangi bir ilahın Sana ortak olmasından uzak ve yücesin! Sen, bizim sa­dece kendisine ibadet ettiğimiz, kulluk ettiğimiz ve dost edindiğimiz Rab-bimiz ve ma'bûdumuzsun. Biz onlardan uzaklaşıp Sana yöneliriz. Onlar bilakis şeytanlara ibadet ediyorlardı. Çünkü Allah'tan başkasına ibadet etmeyi onlara şeytanlar güzel göstermişti, dolayısıyla on­lara itaat etmişlerdi. Taberî şöyle der: Yâni onların çoğu cinlere inanır ve cinlerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ederlerdi. Allah onların dediklerinden son derece yücedir.[94]
Yüce Allah, müşriklerin iddialarını reddetmek üzere şöyle buyurdu: [95]
42. O gün yani hesap günü ne tapanlar ne de kendilerine tapılanlar birbirlerine fayda sağlayamazlar. Ne şefaat edebilirler, ne kurtuluşu için yardımcı olabilirler ne de onlardan azap ve helaki savabilirler. Ebussuûd şöyle der: Allah, tanrılarının, kendilerine iba­det edenlere fayda sağlayamayacaklarını, bunu yapmaktan âciz olduklarım ve ümitlerinin tamamen boşa çıktığını göstermek için, onlara insanların huzurunda böyle hitap eder. Durum şöyle olur: Nasıl ki kulluk edenlerin. meleklere bir fayda sağlaması imkânsız ise meleklerin de onlara fayda sağlaması öyle imkânsızdır. Allah'tan başkasına ibadet eden o zalimlere deriz ki: Dünyada yalanlamış olduğunuz cehennem azabım tadın! İşte oraya geldiniz.
Bundan sonra Yüce Allah, müşriklerin, inkâr ve sapıklıklarından bir başka türünü anlatmak üzere şöyle buyurdu:[96]
43. O müşriklere mucizeliği besbelli ve mânâsı apaçık olan bu Kur'amn âyetleri okunduğunda ve peygamberimizin dilinden onu taptaze dinlediklerinde dediler ki peygamberlik iddiasında bulunan bu adam sizin gibi bir erkekten başkası değildir. Size, atalarınızın tapmış olduğu putlara tapmayı yasakla­mak istiyor. ve, "Bu Kur'an Allah adına uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir" dediler, "Allah'a karşı inatla cür'et gösteren ve apaçık gerçek karşısında büyüklük taslayan o inatçı kâfirler yine dediler ki: Bu Kur'an apaçık bir si­hirden başka birşey değildir. Bu, aklı başında olan kimsenin bilemeyeceği bir şey de değildir, Zemahşerî şöyle der: Bu âyet, onların durumlarının son derecede hayret verici olduğunu ifade eder. Zira onlar, bu Kur'anın kesin o-larak sihir olduğuna hükmettiler, sonra bu iddianın apaçık bir şey olduğunu, aklı başında olup düşünen herkesin ona sihir diyeceğini savundular." Kur'an onlara geldikçe" cümlesi, onların düşünmeden hemen inkâr et­tiklerini ifade eder.[97] Bundan sonra Yüce Allah, onların bunu bir delile da­yanarak söylemediklerini, Muhammed (s.a.v.)'i kesin bir bilgiye dayanarak yalanlamadıkları, aksine zan ve tahmin ile hareket ettiklerini açıklayarak şöyle buyurdu: [98]
44. Biz Mekkelilere bu Kur'an'dan önce, okuyup tekrarladıkları bir kitap indirmedik. Ey Mu­hammed! Biz senden önce Mekkelilere, onları Allah'ın azabına karşı uyara­cak bir peygamber de göndermedik. Durum böyle iken seni nasıl ya­lanlıyorlar? Taberî şöyle der: Yani Yüce Allah Araplara, ne Kur'an'dan önce bir kitap, ne de Muhammed (s.a.v)'den önce bir peygamber gönderdi.[99]
45. Mekkelilerden önce, geçmiş milletlerden bazı kavimler de yalanlamıştı. Mekke kâfirleri, ken­dilerinden önce geçen milletlere verdiğimiz kuvvet, mal ve uzun ömrün onda birine erişemediler. İbn Abbas : "Yani, dünyada onlara verdiğimiz kuvvetin onda birine ulaşamadılar" der.[100] Peygam­berlerimi yalanladıkları için, helak edip köklerini kazımak suretiyle onları cezalandırdım. Sahip oldukları kuvvetin onlara bir yararı olmadı. Durum böyle olunca, Mekkelilere azap ve helak geldiği zaman, durumları nasıl olur? Bu âyet, Kureyşliler'i tehdit etmektedir. [101]
46. Ey Muhammed! O müşriklere de ki: Size sadece bir tek hasleti tavsiye edeceğim" Daha sonra Yüce Allah, bu hasletin ne olduğunu şöyle açıklar: Size tavsiye edeceğim bu has­let, Allah'ın rızasını elde etmek ve ona yaklaşmak için, toplu halde ve te­ker teker, ya da ikişer ikişer ve birer birer hakka yönelmen izdir. Kurtubî der ki: âyetindeki Kıyâm'ın mânâsı, hakkı talep etmeye kalkmaktır. Yoksa, oturmanın zıddı olan "kalkmak" değildir.[102] Sonra size Muhammed'in durumu hakkında düşünmenizi tavsiye ediyorum ki, elinde böyle mucize kitap bulunan kimsede delilikten bir eser buluna­mayacağını veya böyle bir kişinin deli olamayacağını bilesiniz. Ebu Hayyân der ki: Âyetin mânâsı şudur: Ben size hakkı bulabileceğiniz bir şey tavsiye ediyorum. O da, Allah rızası için, dağınık olarak, ikişer ikişer ve birer birer kalkmanız, sonra Muhammed'in ve getirdiği kitabın durumunu düşünmenizdir. Yüce Allah, "ikişer ikişer ve birer birer" buyurdu. Çünkü, insanlar bir topluluk oluşturup bir araya gelince zihin karışır ve düşünülemez. Nitekim bir grup insanın toplandığı derslerde de böyle olur. Ama iki kişi, insaflı biı şekilde düşündükleri ve her biri kendisinin anladığını arkadaşına sunduğt zaman, gerçek onlara hemen görünür. Tek kişi de, sağlam düşünceye sahi]: olduğu zaman hakkı bilir. İşte Mekke kâfirleri de düşündükleri zaman, Hz Peygamber (s.a.v.)'e deli demenin mümkün olmadığını anlarlar. Hiçbi akıllı bu görüşte olamaz.[103] O ancak inkâı ettiğiniz takdirde âhirette şiddetli bir azabın olduğunu size haber veren bi peygamberdir. [104]
47. Ben sizden bir ücret istemişsem, o siziı olsun. Yani, Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ ettim diye, ben sizden bi ücret istemiyorum. Taberî der ki: Yani, ben bunun için sizden bir ücret is temedim ki, beni töhmet altında bırakasmız ve sadece sizden alacağım mal için sizi kendime uymaya davet ettiğimi zannedesiniz.[105] Benim ecir ve mükâfatım, sadece, âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Yüce Allah benim yaptıklarımı da, sizin yaptıklarını: da görmektedir. Hepsi Onun huzurunda yapılmaktadır. Hiçbir şey O'na giz kalmaz. O, herkese yaptığının karşılığını verecektir. Ebussuûd şöyle der: her şeyi bilendir. Benim doğru olduğumu ve niyetimin samimi olduğunu bilir.[106]
48. De ki: "Kuşkusuz Rabbim, hücceti açıklayıp ortaya çıkarır". İbn Abbas der ki: Allah, bâtılın üzerine hakkı atar. Bu, Yüce Allah'ın şu sözüne benzer: "Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine atarız da onu parçalar. Bir de bakarsın, bâtıl yok olmuştur"[107] O Yüce Allah, mahrukatın bilmediği bütün gaypları ilmiyle kuşatandır. [108]
49. De ki: "Hakkın nuru, yani İslam geldi ve ışığı parladı, Bâtıl, kesinlikle yok oldu. Artık onun için ne bir şeye başlamak ne de tekrar yapmak vardır. Zemahşerî der ki: İnsan Öldüğü za­man, artık o bir şeyi ne baştan yapabilir ne de tekrar edebilir. Araplar, Sözünü, "yok olma" hususunda darb-ı mesel yapmışlardır. Yani, hak geldi, bâtıl yok oldu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "De ki, hak geldi, bâtıl yok oldu"[109]
50. Ey Muhammedi o müşriklere de ki, "Eğer, sizin iddia ettiğiniz gibi, ben saparsam, bu sapmamın günahı bana aittir, başkasına zarar vermez, Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu Rabbimin hidayet vermesi ve muvaffak etmesi sayesinde­dir, O, kendisine dua edeni işiten, ümit bağlayana hemen ica­bet edendir. Ebussuûd der ki: O, hidâyete ermiş olan ve yolunu şaşıran her­kesin, ne kadar gizli tutsa da, söylediğini ve yaptığını bilir.[110]
51. Ey Muhammedi Sen müşriklerin, kabirlerinden çıktıkları zaman dehşet içinde oldukları andaki durumlarını bir görsen! Artık kaçıp kurtulacakları bir yerleri yoktur. Mahşer yerinden cehenneme götürülmüşlerdir. Âyetteki edatının cevabı söylen­memiştir. Takdiri şöyledir: Kalplerin titrediği büyük, korkunç ve dehşetli bir iş görürsün.[111]
52. Müşrikler, azabı gözleriyle gördükleri zaman, "Biz, Kur'an'a ve peygambere iman ettik" dediler, Bun­dan sonra nasp iman edebilirler?! Onlar şimdi âhiretteler. İman edilecek yer ise, dünyadır. Artık dünya yok olmuş ve onlardan çok uzak bir yerde kalmıştır. Ebu;Hayyân der ki: "Yüce Allah onların bu halini, bir şeyi uzak bir yerden, başkasının yakından aldığı gibi almak isteyen kimselerin haline benzetti."[112]
53. Oysa ki onlar, bundan önce dünyada Kur'an'ı ve peygamberi inkâr etmişlerdi. Âhirette nasıl iman edebilirler?!
Gaybla ilgili işler hususunda, zan ve tahminde bulunarak ortaya laf atıyor ve şöyle diyorlar: Ne öldükten sonra dirilme ve hesap, ne cennet, ne de cehennem vardır. Kurtubî der ki: Araplar, bilmediği şeyleri konuşan herkes için, onların bu.durumlarım atıp tutturamayan kimseye benzeterek: "Bilmediği şeyleri atıyor" derler.[113]
54. Anık kendileri ile. arzuladıkları iman ve cen­nete girme arasına engel çekilmiştir. Nitekim önceki mil­letlerden onlar gibi kâfir olanlara da böyle yapılmıştı. On­lar dünyada iken hesap ve azap işinden büyük bir şüphe içindeydiler. Ayetteki lafzı, vurgu için söylenmiştir. Bu, Arapların "son derece şaşılacak şey" sözüne benzer. [114]

Edebi Sanatlar

Bu mübarek âyetler birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda Özetliyoruz:
1. "bol verir" ile kısar, fayda ile zarar ve ikişer ile tialy birer kelimeleri arasında tıbâk vardır.
2. "İyilerin ve kötülerin akıbetlerini anlatan imar edip iyi amelde bulunanlar müstesna" âyeti ile âyetlerimizi boşa çıkarmaya çalışanlar" âyeti arasında mukabele vardır.
3. "Ne mallarınız ne çocuklarınız..." âyetinde III şahıs kipinden II. şahıs kipine dönüş vardır. Bundan maksat, hakkın gerçek leştirileceğini vurgulu bir şekilde ifade etmektir.
4. "Bunlar mı size tapıyorlardı?" âyetinde siten ve azarlama üslubu kullanılmıştır. Meleklere hitap edilerek müşrikle azarlanmıştır.
5. "Hakkı inkâr edenler dediler ki..." âyetinde, on ların inkâr suçunu işlediklerini belgelendirmek için zamir yerine açık isir getirilmiştir. Bunun aslı "dediler ki..." şeklindedir.
6. "Sizi huzurumuza yak laştiracak olan ne mallarmızdır ne de çocuklarınız" âyetinde, sözün akışın dan anlaşıldığı için hazif yoluyla îcâz yapılmıştır. Birinci kelimenin haberi, ikincisi onu gösterdiği için söylenmemiştir. Takdiri şöyledir:
7. "Şiddetli bir azabın önünde" cümlesinde istiap vardır. "iki el" lafzı, insanın önündeki şiddetli ve korkunç olaylar içiı müsteâr olarak kullanılmıştır.
"Artık bâtıl, ne bir şey ortaya çıkarabilir, de geliştirebilir" cümlesi, bâtılın yok olup izinin silinişinden latif bir kinayedir.
9. "Gayoa, uzak bir yerden atıp tutuyorlar" cümlesinde istiâre-i tasrîhiyye vardır. Yüce Allah, bilmeden konuşan, zanla hareket eden ve gerçekleşmeyecek şeyler söyleyen kimseyi, kendisiyle arasında uzun bir mesafe bulunan bir hedefe doğru ok atan ve oku hedefe İsabet etmeyen insana benzetti ve "atmak" lafzını "demek" lafzı için müsteâr olarak kullandı.
10. ve aibi, âyet sonlarında kulağa hoş gelen bir uygunluk vardır.
Yüce Allah'ın yardımıyle"Sebe' Sûresinin tefsiri bitti. [115]


[1] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/117.
[2] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/117.
[3] A'raf sûresi, 7/40
[4] el-Bahr, 7/255
[5] Kurtubî, 14/269
[6] Kurtubî, 14/275
[7] el-Rahr, 7/255
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/120-121.
[8] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/122.
[9] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/122.
[10] Beyzavi, 2/122
[11] Yûnus sûresi, 10/53
[12] Teğâbun sûresi 64/7. Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/121
[13] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/122-123.
[14] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/123.
[15] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/123.
[16] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/123.
[17] cl-Bahr, 7/259
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/123.
[18] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/123-124.
[19] Zâdu'l-mesîr, 6/435
[20] Muhtasar-ı Tbn Kesîr, 3/122
[21] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/124.
[22] İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-mesîr, 6/436
[23] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/124-125.
[24] Kuitubî, 14/266
[25] Sâvî Haşiyesi, 3/294
[26] Tefsir-i Kebîr, 25/245
[27] Enbiyâ sûresi, 21/80
[28] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/125.
[29] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/125-126.
[30] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/124
[31] Kurtubî, 14/277
[32] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/126.
[33] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/126.
[34] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/127.
[35] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/131.
[36] Kurtubî, 14/286
[37] el-Bahr, 7/256
[38] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/132.
[39] Muhtasar-i tbn Kesir, 3/126
[40] Beyzâvî Haşiyesi, 3/85, Keşşaf, 3/454
[41] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/132-133.
[42] Taberî-22/54
[43] Râzî, 25/251'
[44] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/133.
[45] Kurtubî, 14/288
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/134.
[46] Keşşaf, 3/455
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/134.
[47] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/134.
[48] Hicr sûresi, 15/39
[49] Taberî, 22/60
[50] Kurtubî, 14/292
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/135.
[51] Kurtubî, 13/293
[52] Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/128
[53] Sâvî Haşiyesi, 3/298
[54] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/135.
[55] el-Bahr, 7/275
[56] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/135-136.
[57] Bakara sûresi, 2/255
[58] Enbiyâ sûresi 21/28
[59] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/129
[60] Kurtubî, 14/295
[61] Ebussuûd, 4/231
[62] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/136-137.
[63] İbnuVCevzî, 6/454
[64] el-Bahr, 7/279
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/137.
[65] Keşşaf, 3/458
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/137.
[66] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/137.
[67] Ebussuûd, 4/231
[68] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/137-138.
[69] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/138.
[70] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/138.
[71] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/138.
[72] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/138.
[73] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/138.
[74] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/139.
[75] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/139-140.
[76] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/144.
[77] Kurtubî, 14/310.
[78] Keşşaf, 3/468.
[79] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/144-145.
[80] Kurtubî, 14/305.
[81] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/145.
[82] el-Bahru'1-Muhît, 7/285.
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/145.
[83] Beyzâvî, 2/126.
[84] A'râf sûresi, 7/182.
[85] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/145-146.
[86] Taberî, 22/68.
[87] Beyzâvî, 2/126
[88] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/146.
[89] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/146.
[90] Teshil, 3/152.
[91] İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 6/642.
[92] Beyzâvî Haşiyesi, 3/93.
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/146-147.
[93] Keşşaf, 3/463.
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/147.
[94] Taberî, 22/69
[95] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/147.
[96] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/147-148.
[97] Keşşaf, 3/464
[98] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/148.
[99] Taberî, 22/70. Bu, Katâde'nin rivayetidir.
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/148.
[100] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/135
[101] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/148-149.
[102] Kurtubî, 14/311
[103] el-Bahr, 7/201 (Özet olarak).
[104] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/149.
[105] Taberî, 22/71
[106] Ebussuûd, 4/235
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/149.
[107] Enbiyâ sûresi 21/18
[108] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/150.
[109] İsrâ sûresi, 17/81, Keşşaf, 3/467
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/150.
[110] Ebussuûd, 4/235
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/150.
[111] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/150.
[112] el-Bahr, 7/293
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/150.
[113] Kurtubî, 14/317
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/150-151.
[114] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/151.
[115] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/151-152.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder