ŞÛRÂ SÛRESİ

Hiç yorum yok
. 13


ŞÛRÂ SÛRESİ

Mekke'de inmiştir. 53 âyettir.

Takdim

Bu mübarek sûre Mekke'de inmiştir. Konusu, iman, Allah'ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme konularım ele alan ye-Mekke'de inen diğer sûrelerin konularının aynıdır. Sûrenin, en çok üzerinde durduğu konu "vahy ve peygamberlik "tir. Bu mübarek sûrenin asıl hedefi budur.
Sûre vahyin ve peygamberliğin kaynağını açıklayarak başlar. Âlem­lerin Rabbi olan Yüce Allah, nebilere ve rasullere vahyi inderindir. İnsanlı­ğı şirk ve sapıklık karanlıklarından hidayet ve iman nuruna çıkarsınlar diye kullarından dilediğini peygamber olarak seçen de O'dur.
Sonra bu sûre, bazı müşriklerin durumunu ve onların Allah'a çocuk ve zürriyet isnat etmelerini açıklar. Bu o kadar kötü bir isnattır ki, o çirkin sözün dehşetinden neredeyse gökler çatlar. O müşrikler, sapıklıkları içinde bocalarlarken, o anda yüce topluluk, Allah'ı teşbih etme ve onu yüceltme hususunda kendilerinden geçerler. Bu, yeryüzündekilerin inkârı ve taşkınlı­ğı ile, göktekilerin imanı ve itaatini mukayese etmek içindir.
Daha sonra bu sûre vahy ve peygamberliğin hakikatim tekrar anlatır. Dinin, Allah'ın, peygamberlerine gönderdiği tek din olduğunu, her ne kadar peygamberlerin şeriatları değişse de, dinlerinin bir olduğunu, bunun da Nûh, Mûsâ, îsâ ve diğer değerli peygamberlere gönderilen İslâm dini olduğunu açıklar: Bu hususta şöyle buyurulur: "Din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, sa­na vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve îsâ'ya tavsiye ettiğimizi size kâ­nun yaptı."
Sûre, Kur'an'ı yalanlayan, öldükten sonra dirilme ve hesabı inkâr edenlerden söz etmeye geçer. Onları, başların ağaracağı ve şiddetinden do­layı kalplerin hoplayacağı gündeki şiddetli azap İle uyarır. Oysa onlar dünyada alay ediyor ve kıyametin çabucak kopmasını istiyorlardı.
Sûre, bu görünen âlemdeki iman delillerini anlattıktan sonra, -ki bu âlem, Allah'ın engin sanatının, hikmet ve kudretinin eserlerinden bir eser­dir- İnsanları, mal ve dostun fayda vermeyeceği o zor gün aniden başlarına gelmeden önce Allah'ın davetine icabet etmeye ve O'nun hükmüne boyun eğip teslim olmaya çağırır: "Allah'tan, geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmeden önce, Rabbinize uyun".
Kelâm, sözün başlangıç ve bitiminde birbirine uygun olsun diye, bu sûre, başta başladığı gibi, vahy ve Kur'an'dan söz ederek sona erer: "İşte böylece, sana da emrimizle Kur'an'i vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin..." [1]

İsmî

Islamda meşveret yerinin yüceliğini ifade etmek ve mü'minîere, ha­yatlarını bu en yüce ve mükemmel metot yani "meşveret metodu" üzerine yürütmelerini öğretmek için, sûreye "Şûra" ismi verildi. Çünkü meşveretin, fert ve toplum hayatında büyük ve yüce bir yeri vardır. Nitekim Yüce Al­lah, meâlen, "Onların işleri, aralarında istişare (danışma) iledir" buyur­muştur. [2]
Bismillâhirrahmânirrahîm,
1, 2. Hâ, mîm, ayn, sın, kaf,
3. Azız ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.
4. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür.
5. Nerdeyse gökler üstlerinden çatlayacaklar! Me­lekler de Rablerini hamd üe teşbih ediyorlar ve yerde-kiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
6. Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah dâima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin.
7. Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevre­sinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan topla­ma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik. (İnsanların) birtakımı cennette, birtakımı da çılgın alevli cehennemdedir.
8. Allah dileseydi onları birtek millet yapardı. Fa­kat O, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur.
9. Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindi­ler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, O herşeye kadirdir.
10. Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hü­küm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönelirim...
11. O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size ken­dinizden eşler, ve sizin İçin hayvanlardan da çift çift ya­ratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlar. O'nun benzeri hiçbirşey yoktur. O, işitendir, görendir.
12. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. dile­diğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. O, her şeyi bilendir.
13. "Dîni doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye, din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyet-tiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve isa'ya tavsiye ettiğimizi size genel kanun yaptı. Fakat onları kendisine çağırdı­ğın bu (nizam) Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğ­ru yola iletir.
14. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sâdece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir (erteleme) sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm veri­lirdi. Onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar da ondan şüphe ve tereddüt içindedirler.
15. İşte onun için sen da'vet et ve emroîunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz, bize sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranız­da tartışmayı gerektiren bir durum yoktur. Allah hepi­mizi bir araya toplar, dönüş de O'nadir.
16. İnsanlarca kabul edildikten sonra, Allah'ın dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar üzerine bir gazap ve onlar için çetin bir azap vardır.
17. Allah, kitabı ve mizanı hak olarak indirendir. Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır?
18. Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını is­terler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.

Kelimelerin İzahı

Yarılırlar, çatlarlar. çatlak, yarık demektir. "Onda bir çatlaklık yoktur" sözü bundandır.
Fâtır; yaratan, vücuda getiren ve yoktan var eden.
Yevmel-cem'i, kıyamet günü demektir. O gün mahlûkât top­landığı için ona bu isim verilmiştir.
Umumu'1-kura, Mekke-i Mükerreme'dir.
Sizi yaratır ve çoğaltır.
Mekâlîd, anahtarlar demektir. Kelimesinin kaide dışı ço­ğuludur.
Açıkladı, kanun koydu, izah etti.
Büyük ve zor geldi.
Günahından dönüp tevbe eder.
Mürîb, şüphe ve tereddüte düşüren.
Dâhida; bâtıl, geçici demektir. Bir kimsenin delili boşa çık-denilir. Ayağı kaydığında da denir. [3]

Âyetlerin Tefsiri

1, 2. Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf. Hurûfu mukattaa, Kur'an'm mucizeliğine dikkat çekmek[4] ve ilk harflerle ve alışılmamış bir başlama ile insanın iyice dikkat etmesini sağlamak içindir. Geniş bilgi için. Bakara sûresi'nin başına bakınız. [5]
3. Ey Peygamber! Rabbinin bu Kur'an'ı sana vahyetmesi gibi, senden önceki peygamberlere de, indi­rilen kitaplarda vahyetti. Allah, mülkünde güçlü, sanatında hikmet sahibi­dir. [6]
4. Kâinatta ne varsa hepsi O'nun mülkü, O'-nun mahlûku ve kuludur. O, mahlûkâtınm üstünde yücedir; büyüklük ve azamette tektir. [7]
5. Allah'ın azametinden ve müşriklerin "Allah çocuk edindi" şeklinde söyledikleri sözün kötülüğünden neredeyse gökler varılacaktı, Oysa iyi melekler, daima Al­lah'ı teşbih etmekte, layık olmayan şeylerden O'nu uzak tutmaktadırlar. Yeryüzünde bulunan mü'minlerin, günahlarının bağış­lanmasını isterler. İbn Cüzeyy şöyle der. Bu âyet, umumî olup bununla hususîlik kastedilmektedir. Çünkü melekler, yeryüzündekilerden sadece mü'minlerin bağışlanmasını isterler. Bu âyet Yüce Allah'ın, "mü'minlerin bağışlanmasını isterler"[8] mealindeki sözüne benzer.[9] Ey kavim! Dikkat edin ve bilin ki, Allah, kullarının günahlarını bağışlayan ve onları esirgeyendir. Zira inkârlarına ve isyanlarına rağmen onları hemen cezalandırmaz. Kurtubî şöyle der: Yüce Allah başlangıçta heybetli ve aza­metli başladı. Sonuçta yumuşak davrandı ve müjdeledi.[10]
6. Allah'a şirk ve ortak koşanlar bilsinler ki, Yüce Allah, onların davranışlarını ve yaptıklarını gözetlemek­tedir. Onlardan hiçbiri Allah'ın gözetlemesinden kaçıp kurtulamaz. Allah, onları, amellerinden dolayı hesaba çekecektir. Ey pey­gamber! Sen onların amellerinin başına görevli kılınmadın ki, onları imana zorlayasm. Sen sadece bir uyarıcısın. [11]
7. Ey Peygamber! Senden önceki peygamber­lere vahyettiğimiz gibi sana da, Arapça mucize bir Kur'an vahyettik. O, Arap dili ile indirilmiş olup onda herhangi bir kapalılık yoktur, Mekke ve civarındaki beldelerin halkını uyarman için o Kur'an'ı indirdik. Fahreddin Râzî şöyle der: Ummu'1-kurâ, şehirlerin aslı yani Mekke'dir. Yüceltmek için ona bu isim verilmiştir. Çünkü Mekke'de Bey-tullah ve Makâm-i İbrâhîm vardır. Araplar, her şeyin aslına, "onun anası (umm)" derler. Hattâ, bir şairin önemli bir kasidesi için, "Bu kaside, filanın kasidelerinin asıllarmdandır" mânâsına der­ler.[12] İnsanları, o korkunç günden, yani, mahlûkâtm hesap için bîr yerde toplandıkları günden korkutasm diye vahyettik. günün geleceğinde hiçbir kuşku yoktur. O mutlaka vuku bulacaktır. Onlardan bir grup, yani mü'minler Naîm cenneti erindedir. Bir grup da, yani kâfirler, cehennemin alt tabakalarındadır. Şoyleki, insanlar âhirette, hesaptan sonra, bedbahtlar ve bahtiyarlar olmak üzere kısımlara ayrılırlar. Âyet-i kerîme'de meâlen, "Onlardan kimi bedbahttır, kimi de mutlu"[13] buyrulmuştur. [14]
8. Allah dileseydi, bütün insanları hidayete ermiş tek bir dine ve tek bir millete yani İslam dinine mensup kılardı. Dahhâk şöyle der: Allah dileseydi, insanları tek bir dine, yani sapıklığa fakat o, hikmet veya hidayete mensup kılardı.'[15] Fakat o hikmet sahibidir. O sadece, ne faydalı ise onu yapar. Kimin hidayeti seçeceğini bi­lirse, onu hidayete erdirir ve bu sebeple onu cennetine sokar. Kimin de sapıklığı seçeceğini bilirse, onu saptırır ve böylece onu cehenneme sokar. Bunun içindir ki, Yüce Allah şöyle buyurmuştur: Kâfirlere gelince, kıyamet günü onların ne kendilerine dostluk edecek kim­seleri vardır, ne de onları Allah'ın azabından koruyacak bir yardımcıları... Ebu Hayyân şöyle der: Bu âyet, kavminin inkârından duyduğu sıkıntılara karşı peygamberi teselli etmekte ve bunun, Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu bildirmektedir. Lâkin, daha önce mutluluğuna hükmedilmiş kim­seyi rahmetine, yani İslam dinine sokar.[16]
9. Bu, istifhâm-ı inkâridir. Yani, Bilakis müşrik­ler, Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Onlardan yardım diliyor ve onların destek ve şefaatlerini istiyorlar. Mü'minlerin gerçek dost ve yardımcısı tek olan Allah'tır. O'ndan başka dost yoktur. Ölüleri diriltemeye gücü yeten, fayda ve zarar veremeyen o putlar değil, Yüce Allah'tır. O'nun her şeye gücü yeter. Yani, hiçbir şey O'nu acze düşüremez. Dost edinmeye lâyık olan başkası değil, O'dur. [17]
10. Ey mü'minler! Din veya dünya işlerinden herhangi bir hususta ihtilaf ettiğinizde, onun hükmü Allah'a ait­tir. Allah (c.c.) o konuda ya kitabı ile veya o peygamberinin sünnetiyle hükmedicidir İşte bu sıflatlarla nitelenen Yüce Allah, benim tek Rabbim, dostum ve işimin sahibidir. Kurtubî şöyle der: Burada hazif vardır. Yani, ey Peygamber! Onlara de ki : İşte ölüleri dirilten ve ihtilaf edenler arasında hükmeden o Allah, benim Rabbimdir.[18] Bütün işlerimde sadece O'na dayandım Önüme çıkan bütün müşkil ve zorluklarda, O'ndan başka hiçkimseye değil, sadece O'na başvururum. Râzî şöyle der: Bu ibare, hasr ifade eder. Yani, "sadece O'na dayanır ve sadece ona başvu­rurum." demektir. Bu, Allah'tan başkasını dost edinen kimsenin tuttuğu yo­lun değersiz olduğuna işarettir.[19] Bundan sonra Yüce Allah, ilâhlığının delil ve alâmetleri olan kudsî ve yüce sıfatlarını açıkladı: [20]
11. O, gökleri ve yeri, daha önce benzerleri yokken yaratıp vücûda getirendir. Kudretiyle, kendi cinsi­nizden yani Âdemoğlundan sizin için eş olarak kadınlar yarattı. Aynı şekilde sizin için, deve, sığır, koyun ve keçiden erkek ve dişi türler yarattı. Bu sebeple, doğum yoluyla sizi çoğaltıyor. Eğer O (c.c.), erkeği ve dişiyi yaratmasaydı, ne üreme, ne de doğum olurdu. Yüce Allah'ın ne benzeri vardır, ne de eşi. Ne zatında, ne sıfatla­rında, ne fiillerinde benzeri yoktur. O birdir, tektir, her şey O'na muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Bundan maksat, Yüce Allah'ı mahlûkâta benzemekten tenzih etmektir. Buradaki (kâf), olumsuzluğu pekiştirmek içindir. Yani, hiçbir şey O'nun benzeri değildir. İbn Kuteybe şöyle der: Arap, bir şeyin benzerini, o şeyin kendisi yerine kor ve şöyle der: " Benim gibisine bu söylenmez" yani, "bana bu söylenmez". Buna göre, âyetin mânâsı şöyledir: "Hiçbir şey Allah gibi değildir.[21] Kurtubî de şöyle der: Bu konuda inanılacak şey şudur: Yüce Allah büyüklük ve azametinde, hükümranlığında ve isimlerinin güzelliğinde, yarattıklarından hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey de O'na benzetilemez. Şeriatın, hem yaratıcı hem de yaratılanlar hakkında söylediği sıfatlar arasında hakiki mânâda bir benzerlik yoktur. Çünkü ezelî olanın sıfatları, sonradan yaratılmışların sı­fatlarına benzemez. Yaratılmışların sıfatları geçiciliklerden ve ihtiyaçlar­dan uzak olmaz. Halbuki Yüce Allah, bundan münezzeh ve yücedir. Bazı araştırmacı ilim adamları şöyle der: Tevhîd, zâtlara benzetilemeyen ve sıfatlardan da soyutlanmayan bir zâtın varlığını isbattır. Vâsıtî buna şunu ilave eder: Onun ne zâtı gibi bir zât, ne ismi gibi bir isim, ne de fiili gibi bir fiil vardır. Bu ehl-i hakkın, yani Ehl-i sünnet ve'1-cemaatm mezhebi­dir.[22] Yüce Allah, kulların sözlerini işiten, fiillerini görendir. [23]
12. Göklerin ve yerin hazinelerinin, yani yağ­mur, bitki ve diğer ihtiyaçların anahtarları Yüce Allah'ın elindedir. İlâhî hikmete göre, dilediğinin rızkını genişletir, dilediğininkini de daraltır. Bu bölüm, önce geçen kısmın sebebini açıklamaktadır. Yani, Allah'ın ilmi her şeyi kuşattığı ve herşeyi kap­sadığından dolayı, kul için zenginliğin mi, yoksa fakirliğin mi daha hayırlı olduğunu bilir. [24]
13. Ey mü'minler! Allah yüce şeriattan ve Hanîf dininden, Nuh ve Muhammed (a.s.) gibi şeriat sahi­bi meşhur peygamberlere emrettiği şeyleri size açıkladı ve kanun olarak koydu, Şeriatların asıllarından ve ahkâmdan, İbrahim'e, Musa'ya ve îsâ'ya "yapın" diye emrettiğimiz şeyleri de sizin için kanun yaptık. Sâvî şöyle der: Bunlar, peygamberlerin büyüklükleri ve büyük şeriatleri olan peygamberler oldukları için Yüce Allah bun­ları özellikle zikretti. Bu peygamberlerden her birinin yeni bir şeriatı vardır. Bunların dışındakiler ise, kendilerinden önceki şeriatı tebliğ ile görevli olarak gönderilirlerdi. Bu iş devamlı olarak, bir peygamberin peşinden diğeri, bir şeriatın arkasından bir diğer şeriat gönderilmek üzere rasullerle pekiştirilmiş ve nebilerle desteklenmiştir. Nihayet Yüce Allah, dinlerin en hayırlısı, peygamberlerin en üstünü bizim Peygamberimizin (s.a.v.) dini ile bu işi sona erdirmiştir. Buradan anlaşıldı ki, bizim, yani Mu­hammed ümmetinin şeriatı, temel itikatlar ve hükümler konusunda, geçmiş bütün şeriatları İçine almıştır.[25] Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurdu: Onlara, hak dinîn yani "islam dininin emirlerini yerine getirin, bu hususta ayrılığa düşmeyin" diye emrettik. İslam, Allah'ı birlemek. O'na itaat etmek kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilme ve hesaba inanmaktır. Kurtubî şöyle der: Bundan maksat şudur: Dinin asıllarında ihtilaf ve tefrikaya düşmeden, onu devamlı koruyun ve yaşatın. Bu esaslarda bütün şeriatler aynıdır. Bunlar, Allah'ı birleme, namaz, oruç, zekât, nacc ve diğer esaslardır. Bunların hepsi, bir ve tek din olarak meşru' kılınmıştır.[26] Müşrikleri kendisine çağırdığın şey, yani Allah'a ibadet ve O'nu birleme, onlara ağır geldi Allah, Kendisini birlemek ve iman etmek için, kullarından di­lediğini seçer. O'na itaata döneni, hak dinine iletir. Kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak onu dinine muvaffak kılar ve kendisine yaklaştırır. [27]
14. Yahudi hristiyan ve diğerlerinden çeşitli din mensupları kendilerine gönderilen peygamberlerden, aleyhlerine hüccet ve deliller geldikten sonra ayrılığa düştüler, Aralardaki zulüm, haddi aşma, kıskançlık ve inattan dolayı bu hale geldiler, Eğer Allah, azaplanmn kıyamet gününe erte­ hükmetmemiş olsaydı, mutlaka dünyada köklerini keslenmesine hükmetmemiş olsaydı, mutlaka dünyada köklerini kesmek suretiyle onları çabucak cezalandırırdı. İbn Kesîr şöyle der: Eğer, Allah'ın, kulların kıyamet gününe kadar bekletileceğine dair geçmiş bir sözü olmasaydı, mutlaka onları hemen cezalandırırdı.[28] Geçmiş seleflerinden sonraya kalıp Peygamber (a.s.)'in muasırı olan Ehl-i kitap ise, Tevrat ve İncîl hakkında kendilerini de­rin kuşku ve şaşkınlığa düşürecek bir şüphe içindedirler. Çünkü onlar dinleri ve kitapları hakkında, kesin bilgi ve imana sahip değillerdi. Onlar sadece, hüccetsiz ve delilsiz bir şekilde, babalarını ve atalarını taklit eden kimse­lerdi. Beyzâvî şöyle der: Onlar, kitaplarını olduğu gibi bilmezler ve ona hakkıyle inanmazlar. Onlar, derin bir şüpheye düşürecek kuşku içindedirler.[29]
15. Ehl-i kitapta meydana gelen bu ayrılıktan dolayı, ey Peygamber! İnsanları önceki bütün peygamberlere emrettiğimiz yüce Hanîf dinine çağırmanı sana emrettik. O halde ey Muhammed! Ona çağır ve Rabbinin sana emrettiği gibi dosdoğru yürüyerek doğru yolda de­vam et. Seni çağırdıkları, Allah'ı birlemeye deveti terketmek hususunda müşriklerin bâtıl arzularına uyma. De ki, Allah'ın indirdiği bütün kitaplara inandım. Râzî şöyle der: Yani, "bütün semavî kitaplara inandım" de. Çünkü dinleri hususunda ayrılığa düşen Ehl-i kitap, bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmişlerdir.[30] Rabbim bana, aranızda hükmederken adaletli olmamı emretti, İbn Cüzeyy şöyle der: Yani, dâvayı ona getirdiklerinde hüküm verirken adaleti emret­ti.[31] Allah, hepimizin yaratıcısı ve işlerimizin sahibidir. Dolayisıyle sadece Ona ibadet etmemiz icâbeder. Hayır olsun şer olsun bizim amellerimizin karşılığı bizim, sizin amellerinizin karşılığı sizindir. Biz sizin, ne iyi amellerinizden istifade ederiz, ne de kötü amellerinizden zarar görürüz. İbn Kesîr şöyle der: Bu, Ehl-i kitaptan uzaklaşmaktır. Yani, biz sizden uzağız. Nitekim Yüce Allah meâlen şöyle buyurmuştur: "Onlar seni yalanlarlarsa, de ki: Benim işim bana, sizin işiniz size aitir. Siz, benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım"[32] Sizinle aramızda herhangi bir tartışma ve münazara yoktur. Çünkü hak, gündüz kuşluk vaktindeki güneş gibi ortaya çıkmıştır. Oysa siz, kibirlenip inat ediyorsunuz. Allah, hükmetmek için, kıyamet gününde bizi bir araya getirecektir. Dönüş, yalnız O'na olacaktır. O, herkesin, iyi veya kötü amelinin karşılığını verecektir. Sâvî şöyle der: Maksat şudur: Şüphesiz, hak ortaya çıkmış, deliller gelmiş, artık inattan başka bir şey kalmamıştır. İnattan sonra, delile ve tartışmaya gerek yoktur. Kıyamet gününde Allah, mahlukat arasında hükmedecek ve herbirine amelinin karşılığını verecektir.[33]
16. Allah'ın çağrısına cevap verip dinine girdikten sonra, insanların inanmasını engellemek için Allah'ın dini hususunda tartışanlar var ya, Allah katında onların de­lilleri yoktur ve bâtıldır. İbn Abbâs şöyle der; Bu âyet, insanları İslamdan döndürmek, onları saptırmak ve bâtıl yolla onlarla tartışmak isteyen îsrâîl oğullarından bir grup hakkında inmiştir.[34] Dünyada onlar için büyük bîr hışım, âhirette ise çetin bir azap vardır. [35]
17. Allah, Kur'an'ı ve diğer ilâhi kitapları, hükümlerinde, haberlerinde ve koyduğu kanunlarda kesin bir doğruluk ve parlak bir hak ile indirmiştir, Mizan'ı yani adalet ve eşitliği de o in­dirmiştir. Bu, İbn Abbâs'm görüşüdür. Tefsirciler şöyle der: Adalet ve eşitlik mizan ile meydana geldiği için, adalete "mîzân" adı verilmiştir. Bu, bir şeyin, sebebinin ismiyle isimlendirilmesi türündendir. yoy Ey Muhatap! Sen nerden biliyorsun? Belki de kıyamet saati yakındır. Akıllı kimse için gerekli olan ondan sakınmak ve onun için hazırlık yap­maktır. Ebu Hayyân şöyle der: Bu âyetin, öncekilerle münâsebet yönü şudur: Kıyamet, hesap günü demektir. Sanki şöyle denilmiştir: Allah'ın sizi hesaba çekeceği ve amellerinizi tartacağı gün size ansızın gelmeden önce, o size adaleti ve eşitliği emretti.[36]
18. Kıyamete inanmayan ve alay yollu, "o ne zaman kopacak?" diyen müşrikler, onun çabucak gelmesini isterler. Ona inanan mü'minJer ise, onun kopmasından korkar­ nun mutlak müminler ise, onun kopmasılar, Onun, mutlaka meydana geleceğini bilirler. Dikkat edin ve bilin ki, kıyametin kopması işinde şüpheye düşüp mücâdele edenler, Allah'ın hikmet ve adaletini inkâr ettik­leri için, haktan uzak bir sapıklık içindedirler. [37]
19. Allah, kullarına lütufkârdır, dilediğini nzıklandırır. O, kuvvetlidir, güçlüdür.
20. Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.
21. Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği dini kendilerine koyup kaideleştiren ortakları mı var? Eğer kesin hüküm sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap var­dır.
22. Yaptıkları şey başlarına gelirken zâlimlerin, ondan korkup titrediklerini göreceksin. İman edip iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rableri-nin yanında onlara diledikleri her şey vardır. İşte bü­yük lütuf budur.
23. İşte Allah'ın, îman eden ve iyi işler yapan kul­larına müjdelediği nimet budur. De ki: Ben buna karşı­lık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemi­yorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını artırırız. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.
24. Yoksa onlar, (senin için) "Allah'a karşı yalan uydurdu" mu derler? Allah dilerse senin kalbini mü­hürler, bâtılı da yok eder. Hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Şüphesiz O, kalblerde olanları bilendir.
25. O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.
26. Allah, îman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder, lütfundan onlara, fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır.
27. Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryü­zünde azarlardı. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır ve onları görendir.
28. O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağ­muru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakîki dosttur, övülmeye lâyık olandır.
29. Gökleri, yeri ve bunların içine yaydığı canlıla­rı yaratması da O'nun delillerindendir. O, dilediği za­man bunları bir araya toplamaya da kadirdir.
30. Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi el­lerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah, çoğunu af­feder.
31. Yeryüzünde (O'nu) âciz bırakmazsınız. Allah' tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur.

Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti

Yüce Allah, önceki âyetlerde kıyameti ve o koptuğunda, iyi ame işleyen mü'minlerle kötü amel işleyen kâfirlerin karşılaşacakları hesap ve cezayı anlattıktan sonra, burada kendisinin, kullarına lutf ile muamele edi ci olduğunu, azaba müstehak olmalarına rağmen, âsileri cezalandırmad acele etmediğini bildirdi. Sonra da takva sahipleri ile günahkâr lanı: âhirette, o adalet ve hesap yurdundaki akıbetlerini anlattı. [38]

Kelimelerin İzahı

Latîf, İyi davranan, yumuşak muamele eden, merhametli.
Harse'l-âhire, âhiret kazancı. Aslında, tohumu yere atmak demektir. Tohumdan elde edilen ekine de "hars" denir. Daha som istiare yoluyla, amellerin meyveleri ve neticeleri için kullanılmıştır. Fasl, daha önce verilmiş hüküm.
Kazanır.
Ravdât, kelimesinin çoğuludur. Ravda; park, bağ, bahçe ve benzeri, çiçekleri, meyveleri ve ağaçları çok olan yer demektir.
Gays, yağmur demektir. Mahlûkâta yardım ettiği için, yağmu­ra "gays" ismi verilmiştir.
Ümitsizliğe düştüler.
Yaydı, dağıttı.
Mu'cizîn, Allah'ın azabından kaçıp kurtulanlar. [39]

Âyetlerin Tefsiri

19. Allah, mahlûkâta iyi davranan, onlara acıyan ve onla­ra bolca ikram edendir. İsyanlarına rağmen, hayır ve bereketleri başların­dan aşağı döker. Mukâtil şöyle der: İyiye de kötüye de lutf ile muamele edicidir. Zira, isyanları sebebiyle onları aç bırakıp helak etmedi.[40] Dilediğine bolca rızık verir. Kurtubî şöyle der: Allah'ın bir kavme faz­la mal vermesinde hikmet vardır. Birbirlerine muhtaç olsunlar diye böyle yapar. Bu, Allah'ın, kullara lütuflarmdan bir Iütuftur. Bir de, zengini fakirle, fakiri de zenginle imtihan etmek için böyle yapar. Nitekim Yüce Allah, mealen şöyle buyurmuştur: "Sizin bir kısmınızı diğer kısmınıza imtihan vesilesi kıldık. Bakalım sabredecek misiniz?"[41] Yüce Allah, dilediğini yapabilen ve her şeye galip olandır. O'na kimse, galip gelemez ve onu savamaz.
Yüce Allah, kullara lutf ile muamele ve onlara çokça ikram eden olduğunu açıkladıktan sonra, bu hayatta olduğu müddetçe, insanın, saadete giden yollan elde etmek için hayırlar peşinde koşması gerektiğine işaret etti ve şöyle buyurdu: [42]
20. Kim, ameli karşılığında âhiret sevabı ve nimetlerini isterse, onun iyi amellerine kat kat karşılık vererek, sevap ve mükâfatını artırırız, Kim de, ameli­nin karşılığında sadece dünya malı ve nimetlerini isterse, ona, istedikleri­nin bir kısmını, yani kendisi için takdir olunan bir miktar dünya malını ve­ririz, Artık onun âhirette, sevap ve nimetten bir payı yoktur. Zemahşerî şöyle der: Yüce Allah, yarar sağlamak maksadıyle çalı­şan kimsenin yaptıklarına, mecaz yoluyla "hars" dedi ve âhiret için çalışan kimsenin iyi amellerinin karşılığının kat kat verileceğini, dünya için çalı­şanlara ise, istedikleri ve arzuladıkları değil, dünyalıktan bir miktar verile­ceğini bildirmek suretiyle iki ameli birbirinden ayırdı.[43] İbn Cüzeyy şöyle der: Âhiret meyvesi, onun için yapılan amelden ibarettir. Dünya meyveside böyledir. Bu kelime, "tarlayı ekmek" mânâsına gelen dan müsteârdır. Çünkü ekin eken çalışır ve çalıştığından fayda bekler.[44] Bundan sonra Yüce Allah, yaratıcı ve kullara lutfedici olmasına rağmen, kâfirlerin, kendisinden başkasına ibadet etmelerini kınamaya başladı. [45]
21. Bu soru, kınama ve tak­rir ifade eder. Yani, o kâfirlerin şeytanlardan ortaklan veya putlardan ilâhları mı var da, onlar, Allah'ın emretmediği şirk ve isyanı onlara emret­tiler. Şeyhzâde şöyle der: Cansız oldukları halde, "emretme"nin putlara is­nadı, mecazî isnad olup, fiilin sebebe isnadı türündendir. Yüce Allah, müşâkelet ve alay ifade etmesi için, onların emrettiği, şeye din ismini verdi.[46] Eğer Allah, sevap ve cezanın kıyamet gününde olacağına dair ezelde hükmetmemiş olsaydı, elbette zalimi çabucak ceza­landırmak, ve mü'minin de sevabını vermek suretiyle kâfirlerle mü'minler arasında hükmederdi. İnkâr ve isyan ederek kendilerine zulmeden kâfirler var ya, onlar için acı ve elem verici bir azap vardır. [47]
22. Ey Muhatap! Kıyamet gününde kâfirlerin, dünyada kazanmış oldukları kötü amellerin cezasından, şiddetli bir şekilde korktuklarını görürsün. Oysa, korksalar da korkmasalar da fark etmez. Yaptıklarının cezası, kıyamet gününde mutlaka başlarına inecek­tir. İyi amel işleyen mü'minlere ge­lince, onlar cennet bahçelerinde, onların en yüksek ve güzel yerlerinde ni­metlerden faydalanacaklardır. Kerem sahibi Rabbin katında, cennetlerde onlar için istedikleri her türlü lezzetli şeyler, nimetle: ve büyük sevap vardır. İbn Kesîr şöyle der: O nerde, bu nerde! Zillet ve hor luk içinde olan nerde, cennet bahçelerinde, istediği yiyecek, içecek ve lez zet verecek şeyler içinde bulunan nerde!!..[48] Bunun içindir ki Yüce Allat şöyle buyurdu: İşte bu nimet ve mükafat, hiçbir şeyin denl olmayacağı en büyük kazançtır. Kurtubî şöyle der: Bu, anlatılamayacak v niteliğinin hakikatına akılların eremeyeceği bir Iütuftur. Zira, eğer Allah teâlâ "büyük" derse onun kıymetini kim takdir edebilir?[49]
23. Bu ikram ve ihsar Allah'ın, takva sahibi mü'min kullarına verdiği müjdedir. Bu müjdey: çabucak sevinsinler ve Allah'a kavuşma arzuları artsın diye vermiştir. Ey Peygamber! Onlara de ki: "Allah'ıı emirlerini tebliğe karşılık sizden herhangi bir mal ye ücret istemiyorun. Ancak akrabalık hakkını korumanızı ve bana eziyet etmemenizi istiyorum ki, Rabbimin emirlerini tebliğ edeyim, İbn Kesti" şöyle der: Bu bildiri ve nasihat karşılığı sizden herhangi bir mal istemiyorum. Sadece, Rabbimin emirlerini tebliğ etmem için beni bırakmanızı, aramızda bulunan akrabalıktan dolayı bana eziyet etmemenizi istiyorum.[50] Ibn Abbâs şöyle der: Yüce Allah, Peygamber (a.s.)'in şöyle demesini emrediyor: "Ancak, benim­le aranızdaki akrabalık bağım korumanızı ve akrabanız olduğum için bana eziyet etmemenizi istiyorum. " Kim, herhangi bir itaatte bulunursa, onun sevabım kat kat veririz. Şüphesiz Yüce Allah, günahları çok bağışlayan ve güzel iş yapanların iyiliğinin karşılığını verendir. Kişinin yaptığı onun katında zayi olmaz. Dolayısıyle Yüce Allah, günahlardan çoğunu bağışlar ve iyi amellerin azmi çoğaltar. [51]
24. Yoksa Kureyş kâfirleri, "Muhammed Kur'an'ı Allah'a nisbet ederek O'na karşı yalan uydurdu"mu diyorlar? Ebu Hayyân şöyle der: Bu, sözlerinden dolayı müşrikleri kınama ve inkâr ifade eden bir sorudur yani, daha önce doğruluğunu ve eminliğini itiraf ettiğiniz böyle birinin, Allah'a karşı yalan uydurduğu söylenemez[52] O suçluların iddia ettiği gibi, eğer Allah'a karşı yalan söyleseydin, mutlaka kalbini mühürler ve bu Kur'an'ı sana unutturur, onu kalbinden soyar alırdı. Fakat sen, Allah'a karşı yalan uydurmadın. Bundan dolayı o seni des­tekledi ve kuvvetlendirdi. İbn Kesîr şöyle der: Bu âyet, Yüce Allah'ın, "Eğer, bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette ondan kuvvetini alıverir, sonra da can damarını koparırdık"[53] mealindeki sözüne benzer. Ebus-suûd da şöyle der: Bu âyet, müşriklerin söylediklerinin bâtıl olduğuna bir şahittir. Zira bu âyet açıklıyor ki, eğer Peygamber (a.s.) Yüce Allah'a karşı iftira etseydi, kalbini mühürlemek suretiyle Allah, bunu yapmasını kesinlikle engellerdi. Öyle ki, onun aklına, Kur'an'm mânâlarından hiçbir mânâ gelmez ve onun kelimelerinden hiçbirini söyleyemezdi.[54] Allah, batılı tamamen giderir. Hakkı da, indirilmiş olan kelâmı ve kesin hükmüyle isbat eder ve açıklar. İbn Kesîr şöyle der: "Kelimeleri"nden maksat, hüccet ve delilleridir. Şüphesiz o, kalplerde olanı bilicidir. Kalplerin sakladığını ve sırların gizlediğini bilir. Kurtubî şöyle der: Maksat şudur: Eğer sen, kendi kendine, Allah'a iftira et­meyi içinden geçirsen, Allah onu mutlaka bilir ve kalbini mühürler.[55]
25. Bu, Yüce Allah'ın, kullarına nimetlerini saymasıdır. Yani, kulları günahtan vazgeçip doğruluk ve samimi bir niyetlt Allah'a döndüklerinde, O, lütuf ve keremiyle onların tevbesini kabul eder Dilediğinin, büyük olsun küçük olsun, günahlarını bağışlar Hayır veya şer, yaptıklarınızın hepsini bilir. [56]
26. Allah, iyi amel işleyen mü'minle rin duasını kabul eder. Râzî şöyle der: Bu, şeklindedir Ancak hazfedilmiştir. Nitekim, Onlar için Ölçtüklerinde..."[57] âyetinde de bu şekilde hazfedilmiştir.[58] Takdirindedir, İstediklerinden ve hak ettiklerinden fazla olarak, Allah lütuf ve ke reminden onlara verir. Çünkü o cömerttir, kerem sahibidir, iyi davranan ve merhamet edendir. Allah'ı inkâr edenlere gelince, ce hennemde onlar için acı ve elem verici azap vardır. [59]
27. Eğer Allah, kullarına bol bol nzi verse, mutlaka azarlar ve taşkınlık yaparlar, isyan edip günah işleyere yeryüzünde fesat çıkaı-ırlardı. Çünkü zenginlik, taşkınlık getirir. İbn Kes' şöyle der: Eğer Allah onlara, ihtiyaçlarından fazla rızık verseydi, bu onla şımartarak, birbirlerine karşı azgınlığa ve taşkınlığa İterdi. Katâde şöy der: Geçimin en hayırlısı, seni meşgul etmeyen ve azdırmayandir.[60] Fakat Yüce Allah, kulların azıklarını, hikmet ve menfaat gerektirdiği kadar verir. Nitekim kudsî hadiste şöyle buyrulmuştur: Ku larımdan Öylesi vardır ki, zenginlikten başkası ona yaramaz. Onu kirleştirseydim, bu fakirlik onun dinini mutlaka bozardı. Yine kullarımd; öylesi vardır ki, ona fakirlikten başkası yaramaz. Onu zengin kılsaydım, zenginlik mutlaka onun dinini bozardı.[61] Şüphesiz Alla kullarımnın hallerini ve onlara yarayan şeyleri bilendir. İlâhî hikmet ne gerektiriyorsa ona göre verir veya vermez; bollaştırır veya daraltır. [62]
28. Bu da, Yüce Allah'ın, kullarına metini saymasıdır. Yani, Yüce Allah, yağmurun yağmasından ümitleri kestikten sonra, kuraklığa karşı onlara yardım eden yağmuru indirend Kullarına hayır ve bereketlerini yayan da O'dur kullarının işini üzerine alan bir dosttur. Verdiği nimetlerden dolayı dille övülmüştür. [63]
29. Allah'ın birliğini gösteren hikmet kalarından ve gücünün delillerinden biri de, gökleri ve yeri bu eşsiz şekilt yaratmasıdır. Göklerde ve yerde yayıp dağıttığı mahlûk­lar da O'nun delillerindendir. İbn Kesîr şöyle der: Bu âyet melekleri, insan­ları, cinleri ve çeşitli renk, şekil, cins ve türdeki diğer hayvanları kapsar.[64] Mücâhid de şöyle der: Onlar sadece insanlarla meleklerdir. Yüce Allah, dilediği bir zamanda, bütün mahlûkâtı haşir, hesap ve ceza için toplamaya kadirdir. [65]
30. Ey insanlar! Canınıza veya malınıza gelen herhangi bir musibet, sadece işlemiş olduğunuz günahlar yüzündendir. Celâleyn tefsirinde şöyle denilmektedir: Fiillerin çoğu el ile yapıldığı için, Yüce Allah burada "eller" tabirim kullandı.[66] Günahların birçoğunu da affedip, onlardan dolayı sizi cezalandırmaz. Yap­tıklarınızın hepsiyle sizi cezalandırsaydı, mutlaka helak olurdunuz. Hadis­te şöyle buyrulmuştur: "Âdemoğlunun basma gelen bir kıymık batması ve­ya ayağının sürçmesi, ya da damarının seğirmesi, sadece günahından dola­yıdır. Allah'ın affettikleri ise daha çoktur."[67]
31. Ey müşrikler! Siz, yerin kaçılabilecek her ta­rafına kaçsanız da, Allah'ın azabından kurtulacak ve kazasından kaçabile­cek değilsiniz, Allah'tan başka, sizin işlerinizi üstlenecek ve menfaatlerinizi taahhüt edecek ne bir dostunuz, ne de O'nun azap ve intikamını sizden savacak yardımcınız vardır. [68]

Faydalı Bilgiler

İnsanların başına gelen belâlar, onların günahlarına keffâret içindir. Peygamberlere gelince, onların derecelerini yükseltmek içindir. Çünkü on­lar günah işlemekten korunmuşlardır. [69]

Bir Uyarı

Âlimlerden biri şöyle der: Gezegen yıldızlar ve göklerde meleklerin dışında, yerdeki mahlûkata benzer mahlûkların bulunması uzak görülmez. Oralarda, yer küremizdeki canlılara benzer canlılar bulunabilir. Nitekim astronomi delilleri, Merih'te hayatın varlığını göstermektedir. Buna, şu mealdeki âyetle delil getirmişlerdir: "Gökleri, yeri ve bunların içinde üretip yaydığı canlıları yaratması da O'nun delillerindendir". Ben derim, ki: Bu geniş uzayda, insandan başka canlı mahlûkların bulunma ihtimâli var­dır, insana gelince, biz kesin olarak diyebiliriz ki, o sadece yer küresinin üstünde bulunmaktadır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız"[70]
32. Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun delillerindendir.
33. Dilerse O, rüzgârı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakahrlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.
34. Yahut onların yaptıkları yüzünden gemileri helak eder. Bir çoğunu da affeder.
35. Böylece âyetlerimiz üzerinde tartışanlar, ken­dilerine kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.
36. Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçi­midir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat îman edenler ve Rablerine da­yanıp güvenenler içindir.
37. Onlar, büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar...
38. Onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında istişare (da­nışma) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da har­carlar.
39. Bir haksızlığa uğradıkları zaman intikam alır­lar.
40. Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez.
41. Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onlara (ceza vermek için) bir yol yoktur.
42. Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı
azap bunlaradır.
43. Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hare­keti, yapılmaya değer büyük işlerdendir.
44. Allah kimi saptırirsa bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur. Azabı gördüklerinde zâlimlerin "Dönmeye bir yol var mı?" dediklerini görürsün.
45. Ateşe arz olunurlarken onların, aşağılıktan başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin. İnananlar da: "İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokan­lardır" diyecekler. Kesinlikle biliniz ki zâlimler, ebedî bir azap içindedirler.
46. Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun için bir yol yoktur.
47. Allah'tan, geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmezden önce, Rabbinize uyun. Çünkü o gün, hiçbiri­niz sığınacak yer bulamazsınız, inkâr da edemezsiniz.
48. Eğer yüzçevirirlerse biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden başları­na bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankör­dür!
49. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dile­diğini yaratır. Dilediğine kız çocukları dilediğine de erkek çocukları bahşeder.
50. Yahut onları, hem erkek hem kız çocukları ol­mak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O, herşe-yi bilendir, her şeye gücü yetendir.
51. Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip iz­niyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir.
52. İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yo­la eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.
53. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a dö­ner.

Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti

Yüce Allah önceki âyetlerde göklerin ve yerin yaratılışında ve onlar­da yaratıp yaydığı sayılamayacak kadar çok mahlûkâtta kendi birliğini gösteren delillerden bazılarını anlatmıştı. Ardından burada güçlü ve hikmet sahibi ilahın varlığını gösteren diğer bir delili anlattı ki o da, dağlara ben­zeyen büyük gemilerdir. Bu gemiler erzak ve yiyecek yüklü olarak denizin yüzünde Yüce Allah'ın kudretiyle yürürler. Yüce Allah bu mübarek sûreyi, vahyin isbatını ve Kur'an'm doğruluğunu açıklayarak sona erdirdi. [71]

Kelimelerin İzahı

el-Cevâr, gemi mânâsına gelen kelimesinin çoğuludur. Gemi suda yüzdüğü için ona bu isim verilmiştir. '
el-A'lâm, büyük ve yüksek dağ mânâsına gelen kelimesinin çoğuludur. Hansa şöyle der:
Sahr öyle biridir ki, kılavuzlar mutlaka ona uyar. O, sanki başında ateş bu­lunan bir dağdır.
Revâkid, yürümeyen, hareket etmeyen, sabit şeyler. Su, sa­kinleşip durduğu zaman denilir. Bu kelime, bundan alınmıştır. Mahıs, azaptan kaçıp kurtulacak yer. Onları helak eder. "Onu helak etti" mânâsına denir. Fevâhış, çoğuludur. Fahişe; zina, öldürme, şirk ve diğer son derece çirkin şeylerdir.
Nekîr, size inecek olan azabı inkâr edecek bir inkarcı. Akîm, doğurmayan. [72]

Ayetlerin Tefsiri

32. Allah'ın sonsuz kudretini ve büyük gücünü.gösteren alâmetlerden biri de denizde yüzen gemilerdir. Onlar büyüklüklerinden dolayı dağ gibidir. [73]
33. Allah dilcsc rüzgârı durdurur da o gemiler deniz, üzerinde yürüyemez, sakin ve sabit bir halde kalırlar. İşte onların yürütülmesinde, sıkıntılı anlarda sabreden, rahat anlarda şükreden her mü'min için öğüt ve ibretler vardır. Sâvî şöyle der: Belâlara çok sabreden, lütuflara çok şükreden için ibretler vardır.[74] Ebû Hayyân şöyle der: Yüce Allah'ın, denizde yürüyen gemileri anlatmasının sebebi şudur: Onlarda kudretini gösteren büyük deliller vardır. Şöyleki, su. latif ve şeffaf bir maddedir. Ağır maddeler onda batar. Gemiler de yoğun ve ağır maddeler taşır. Bununla beraber. Yüce Allah suya öyle bir güç vermiştir ki, bu güçle su o ağır maddeleri taşır ve batmalarını önler. Sonra Allah gemilerin yürümesi için rüzgârı da bir sebep kılmıştır. Gemilerin durmasıru istediğinde rüzgârı durdurur, böylece gemiler yerlerinden kınuldayamazlar.[75]
34. Veya di!erse, rüzgarları fırtınalar haline getirir de o gemileri batırır ve içindekileri de, işlemiş oldukları suçlardan dolayı boğar. Allah, günahların birçoğundan da vaz geçer ve do-layısıyle onları helakten kurtarır. [76]
35. Allah'ın âyetlerine karşı bâtıl şeylerle mücadele eden kâfirlerin, onun azabından kaçıp kurtulacak­ları yerleri olmadığını bilmeleri için bunu anlatıyoruz. Kurtubî şöyle der: Kâfirler denizin ortasında kalıp ta her taraftan kendilerini rüzgâr kuşattı­ğında, Allah'tan başka sığınacakları bir yer olmadığını, Allah onları yok et­mek isterse savunucularının bulunmadığını bilsinler de sadece O'na ibadet etsinler diye bunları anlatır.[77]
36. Ey insanlar! Dünya nimetlerinden ve onun geçici süsünden size. verilen bir şey, sadece geçici bir nimettir. Yaşa­dığınız müddetçe ondan faydalanırsınız, sonra yok olup gider. Allah katında bulunan sevap ve nimet ise, dünyadan ve onda bulunan­lardan daha hayırlıdır. Çünkü âhiret nimeti ebedîdir. Öyleyse, geçici olanı ebedî olana tercih etmeyin. Bu nimetler, Allah ve Rasûlüne inanan, dünya lezzetlerini terketmeye sabreden ve bütün işlerinde yalnız Allah'a güvenen kimseler içindir. [78]
37. O mü'minler, şirk, öldürme, ana-babaya isyan ve zina gibi büyük günahlardan sakınan kimselerdir. İbn Ab-bas, "âyetteki fevâhiş'ten maksat zinadır" der. Onlar, kendilerine haksızlık yapan bir kimseye kızdıklarında affedip bağışlarlar. Sâvî şöyle der: Güzel ahlâktan biri de, öfkelenince affetmek ve yumuşak davranmaktır. Fakat bu yumuşaklığın, şahsiyeti ihlâl edici ve zarurî olma­ması şarttır. Mesela, Allah'ın emir ve yasaklan çiğnendiğinde vacip olan, yumuşak davranmak değil, öfkelenmektir. Şafiî'nin şu sözü de buna dayan­maktadır: Kim, kızmasını gerektirecek şeyler yapılır da kızmazsa, o eşektir. Şair şöyle der: Yiğidin, yersiz yumuşak davranması cehalettir.[79]
38. O mü'minler, Rablerinin yaptığı Allah'ı birleme ve ibadet çağrısına uydular. Beyzâvî şöyle der: Bu âyet, Ensâr (radıyallâhu anhum) hakkında inmiştir. Rasulullah (s.a.v) onları imana davet etti, onlar da kabul ettiler.[80] Namazı, şartları ve âdâbıyle yerine getirdiler, onu vakitlerinde kılmaya devam ettiler. Onlar, iş yaparken acele etmez, istişare yaparlar. Önemli din ve dünya işlerinden herhangi bi­rine, ancak istişareden sonra karar verirler, Allah'ın kendile­rine verdiklerinden, onun mahrukatına da vererek Allah yolunda harcarlar. [81]
39. Onlar öyle kimselerdir ki, kendile­rine zulmedildiğinde, zulmedenlerden intikam alırlar, zâlimin zulmüne teslim olmazlar. İbrahim en-Nehaî şöyle der: Onlar, kendilerini zelil düşü­rüp te fasıkların onlara karşı cesaretlenmelerinden hoşlanmazlar.[82] Ebussuûd da şöyle der: Bu, mü'minlerin daha Önce diğer faziletleri anlatıldıktan sonra, onları şecaatla nitelemektir. Bu, onların "bağışlama" vasıflarına ay­kırı değildir. Çünkü, her vasıf yerinde övülmüştür.[83]
40. Zulmün cezası, zalime, yaptığından fazlasını yapmadan ondan intikam almaktır. Fahreddin Râzî şöyle der: Yüce Allah, "Bir haksızlığa uğradıkları zaman intikam alırlar" mealindeki âyeti buyur­duktan sonra, ardından bu intikamın, ancak misliyle kayıtlı olması, fazla olmaması gerektiğini gösteren âyeti indirdi. Kötülük, indiği kimseyi üzdü-ğü için, Yüce Allah ona "seyyie" dedi.[84] Kim zâli­mi affeder ve kendisiyle düşmanı arasını düzeltirse, bilsin ki, buna karşılık Allah ona bol sevap verecektir. İbn Kesîr şöyle der: Yüce Allah adaleti em­retti. Bu, kısastır. Fazileti mendup kıldı. Bu da aftır. Kim affederse, Allah onun bu davranışını karşılıksız bırakmaz. Nitekim hadiste şöyle buyrulmuştur; Allah, aftan dolayı, kulunun izzetini artırır"[85] Yüce Allah, ilk önce zulmedenlere ve intikam alırken haddi aşanlara kızar. [86]
41. Kendisine zulmedenden, ona haksızlık etmeden intikam alan kimseler cezalandırılmaz ve sorumlu tu­tulmazlar. Çünkü onlar, kendileri için mubah kılınan intikamı almışlardır. [87]
42. Ceza ve sorumluluk ancak, kinlerin­den dolayı insanlara zulmeden zalimler içindir, Ve yer yüzünde zorbalıkla ve fesat çıkararak kibirlenen . günah işleyen ve in­sanların mal ve canlarına tecavüz eden kimseler içindir. İşte o azgın zalimler için, zulümleri ve azgınlıkları yüzünden acı ve elem verici bir azap vardır. [88]
43. Eziyete sabreden ve Allah rızası için intikamı bırakan bilsin ki, bu sabır ve bağışlama, Allah'ın tekrar tekrar emrettiği güzel şeylerdendir. Sâvî şöyle der: Yüce Allah, sabrın önemini belirtmek, ona teşvik etmek ve sonucunun iyi olduğuna işaret etmek için sabrı tekrar etti.[89]
44. Allah kimi saptırırsa, onun ne bir yardımcısı, ne de ona hakkı gösterecek bir rehberi vardır. Kâfirler, cehennem azabını gördüklerinde, onları gördükleri azaptan dolayı dünyaya dönmek ister ve, "dünyaya dönme­miz için bir yol var mıdır?" derken görürsün. Kurtubî şöyle der: Allah'a ita­at etmek için, dünyaya geri döndürülmek isterler, fakat istekleri kabul edilmez.[90]
45. Ey Muhatap! Onların ateşe arzedildiklerini görürsün. Onlar, başlarına gelen zillet ve horluktan dolayı se­fil ve alçak durumdadırlar. Ateşten korktukları için, giz­lice göz ucuyla ona bakarlar. Onların bu bakışı, kılıçla öldürülmek için götürülen kimsenin bakışma benzer. Çünkü o, kılıca tam manâsıyla baka-maz. İbn Abbâs şöyle der: Soluk ve zelil bir bakışla bakarlar. Katâde ve Suddî de şöyle derler: "Şiddetli korkudan dolayı, hırsızlama bakarlar"[91] Cennetteki mü'minler, kâfirlerin basma gelenleri gördüklerinde şöyle derler: Asıl ziyan, onların ulaştığı neticedir. Çünkü onlar, cehennemde ebedî kalmak suretiyle, hem kendilerine hem de aile fertlerine yazık etmişlerdir. Dikkat edin ve bilin ki, kuşkusuz zâlimler kesilmeyen, ebedî bir azap için­dedirler. [92]
46. Dünyada umdukları gibi, Allah'ın azabma karşı onlara yardım edecek yardımcı ve destekçileri yok­tur. Allah kimi saptırırsa, dünyada onu hakka götü­recek, âhirette de cennete iletecek herhangi bir yol yoktur. Çünkü kurtuluş yolu ona kapanmıştır. İbn Kesîr şöyle der: Allah kimi saptırırsa, onun için kurtuluş yoktur.[93]
47. Ey insanlar! Hiç kimse­nin geri çevirmeye gücü yetmeyeceği o korkunç gün gelmeden önce, Rab-binizin sizi çağırdığı iman ve itaat davetini kabul edin. Çünkü o günü sava­cak ve engelleyecek hiçbir güç yoktur. O gün, kaçıp sığınacağınız bir yeriniz yoktur. Başınıza gelecek azabı inkâi edecek bir inkarcınız da yoktur. Ebussuûd şöyle der: Yaptıklarınızı inkâı etme gücünüz yoktur. Çünkü yaptıklarınız amel defterlerinizde toplanmış­tır. Azalarınız da onlara şahitlik edecektir.[94]
48. Eğer müşrikler imandan yüz çevirip Allah'ın hidayetini kabul etmezlerse, Ey Peygamber! Seni, ne onların amellerini gözetleyici, ne de hesaba çekici olarak gönderdik. Sana düşen, sadece Rabbinin emrini onlara ulaştırmaktır. Sen de bum yaptın. Ebû Hayyân şöyle der: Bu âyet Rasulullah (s.a.v.)'ı teselli etmek te, yatıştırmakta ve onlardan dolayı çektiği üzüntüyü gidermektedir.[95] Bun dan sonra Yüce Allah, insan huyunun, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlü olduğunu bildirmek üzere şöyle buyurdu: Âyetteki "insan"dan maksat, insan cinsidir. Onlara isabet ederse sözü, bunun delilidir. Yani, biz insana sağlık, zenginlik, emniyet ve diğe nimetlerden birini verdiğimizde şımarıp kibirlenir. İnsanlara, işledikleri günahları yüzünden kuraklık mı sibet, belâ ve sıkıntı gelirse, insan aşırı derecede nankör ve inkarcı olur. Ni­meti unutur, belâyı hatırlar. Sâvî şöyle der: Nimetini, zaman bildiren edâtıyle, belânın da şart edatı olan ile ani atıl masındaki hikmet, nimetin mutlaka gerçekleşeceğine, belânın böyle olmadığına işarettir. Çünkü Allah'ın rahmeti, gazabına üstündür.[96] Fahreddin Râzî şöyle der: Allah'ın dünyadaki nimetleri büyük de olsa, âhiret mutluluğuna nisbelle, denize göre damla gibidir. Bundan dolayı Yüce Allah, tatma mânâsına gelen kelimesini kullandı. Bununla Yüce Allah şunu açıkladı: İnsan dünyada bu kadar az bir şeyi elde ettiğinde ona sevinir, o yüzden büyük bir gurura kapılır, kibirlenir ve bütün arzuladıklarını elde ettiğini zanneder. Bu, onun dünya ve âhiret hallerini bilmediğindendir.[97]
49. Yüce Allah, göklerin, yerin ve bütün kâinatın Mâliki, dilediği gibi yaratmak ve vücûda getirmek suretiyle onlarda tasarruf sahibidir. Bu âyetten maksat, insanın, sahip olduğu mal ve mevkiye aldanmaması, onların hepsinin bir olan Allah'ın mülkü olduğunu ve göklerde ve yerlerde tasarruf yetkilerinin O'nun elinde bulunduğunu bil-mesidir. O verir, vermez. O'nun hükmünü geri çevirecek ve bozacak hiç kimse yoktur. O. kullarından dilediğine sadece kızlar verir, oğul vermez Dilediğine de kız vermez, sadece oğullar verir. [98]
50. Ya da, dilerse her iki türden çocuklar verir, insana hem oğullar hem de kızlar verir. Dilediği bazı er­kekleri kısır kılar, onun çocuğu olmaz. Bazı kadınları da kısır kılar, o da çocuk doğurmaz. Beyzâvî şöyle der: Çocuklar hususunda kulların durum­larım, dilemesine göre, farklı kılar. Bazısına erkek veya kızdan sadece bir cinsini verir, ya da her iki cinsi de verir. Diğer bir kısmını da kısır kılar.[99] Bu âyetten maksat Yüce Allah'ın, kudretini kâinatta dilediği gibi uygula­yacağını açıklamaktır. Bunun içindir ki Yüce Allah şöyle buyurdu: O, çok iyi bilendir, çok güçlüdür. Hikmet ve menfaat neyi gerektiriyor­sa onu yapar. İbn Kesîr şöyle der: Yüce Allah insanları dört kısma ayırdı. Bir kısmı sadece kız, bir kısmı, sadece oğul verdiği kimselerdir. Bir kısmı da erkek ve kızdan her iki cinsi verdiği kimselerdir. Bir kısmı da ne onu ne de bunu vermediği, kısır kılıp çocuksuz ve nesilsiz bıraktığı kimselerdir. Çok iyi bilen ve çok güçlü Allah, noksan sıfatlardan uzaktır.[100]
Bundan sonra Yüce Allah vahyi, onun çeşitlerini ve kısımlarını anlat­mak üzere şöyle buyurdu: [101]
51. Kim olursa olsun, rüya veya ilhan yoluyla olan, vahyin dışında, hiçbir şekilde Allah'ın bir insanla konuşmam
sahih olmaz. Çünkü peygamberlerin rüyası bu nevidendir: Rüyada ser boğazladığımı görüyorum"[102] Ya da Mûsâ (a.s.) ile konuştuğ gibi, insanla perde arkasından konuşur bir melek gönderir. Melek, Allah'ın emriyle, onun tebliğ edilmesini dilidiği şeyi, vahy yoluyla peygambere tebliğ eder. Cebrail (a.s.)'in peygambelere getirdiği vahiy böyledir. İbn Cüzeyy şöyle der: Yüce Allah bu âyett kullanyla Üç yolla konuştuğunu açıkladı. Birisi, ilham veya rüya yoluy vahiydir. Diğeri, kuluna sözünü perde arkasından iş ittirme sidir. Üçüncü! ise, melek vasıtasıyla vahiydir. Bu, peygamberlere mahsustur. İkinci; Mûsâ ile Muhammed (aleyhimâ's-selâm)'a mahsustur. Çünkü Yüce Ali miraç gecesi onunla konuşmuştur. Birincisi ise, hem peygamberler hem veli kullar için olur.[103] Sâvî şöyle der: Bazan ilham, peygamberlerin dışıdaki insanlara da gelir. Veli kullar böyledir. Ancak veli kulların ilhamı bazan şeytan karışır. Çünkü onlar masum değillerdir. Peygamberler bö; değildir. Onlara gelen ilham şeytandan korunmuştur.[104] Kuşkusuz, Allah, yaratılmışların sıfatlarından yücedir. İşlerinde ve yaptığır hikmet sahibidir. Onun fiilleri, hikmeti gereği cereyan eder. [105]
52. Ey Peygamber! Senden başka peygE berlere vahyettiğimiz gibi, bu Kur'an'ı da sana vahyettik. Kur'an, kişi cehalet ölümünden kurtarıp onlara hayat verdiği için, Yüce Allah "Rûh" ismini verdi. Mâlik b. Dinar şöyle derdi: Ey Kur'an ehli! Kur'an ki lerinize ne ekti? Yağmur, yeryüzünün baharı olduğu gibi, Kur'an da kalbrin baharıdır.[106] Ey Peygamber!. Vahy gelme önce sen, Kur'an nedir bilmiyordun. İman, kânun ve öğretilerinden de taylı bir şekilde haberdar değildin. kat o Kur'an'ı biz, takva sahibi kullarımıza kendisiyle yol göstereceği bir nur ve bir ışık kıldık. Ey Peygamber! Kuşkı sen, dosdoğru dine yani İslama giden yolu gösterirsin. [107]
53. Kendisinde eğrilik bu mayan bu dine, yani kâinatta olan her şeyin sahibi, yaratıcısı ve ma't olan Allah'ın dinine giden yolu gösterirsin. Dikkat edi bilin ki, işler sadece bir olan Allah'a döner. Allah o işler hakkında, ku arasında âdil ve kesin hükmüyle hükmeder. [108]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek sûre, birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağı­da özetliyoruz:
1. "Mekkelileri korkutman için..." cümlesinde mecâz-ı mürsel vardır. Çünkü korkutma şehir için değil, halkı için olur. Bu âyette aynı zamanda "İhtibâk" sanatı vardır. Çünkü Yüce Allah, benzerlerin birin­de zikrettiğini diğerinde hazf etmiştir. Takdiri şöyledir: Mekkelileri azapla korkutman ve insanları toplanma gü­nüyle korkutman için (sana variyettik)."
2. "Dikkat edin ve bilin ki, O Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." âyetinde, mübalağa kalıpları ile birlikte peş peşe pekiştirme edatları gelmiştir. Bunlar, edatlanyla fasıl (ayırma) zamiridir.
3. Cennet cehennem, bollaştınr ile daraltır ve erkekler ile Ubl dişiler arasında tıbâk vardır.
4. "Ona inanmayanlar, çabuk gelmesini is­terler" ile " İnananlar da ondan korkarlar" arasında tıbâk-ı selb vardır.
5. "Kim âhiret ürününü istiyorsa..." âyetinde is­tiare vardır. Yüce Allah, âhiret için çalışmayı, istiâre-i temsîliyye yoluyla, meyve ve hububatını toplamak için ekin eken kimseye benzetti. Bu, latîf istiarelerdendir.
6. "Allah bâtılı yok eder", " ve sözleriyle hakkı yerleştirir" arasında mukabele vardır.
7. "Allah, insanlar ümitlerini kes­tikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır" cümlesinde umûmî olan bir şeyin, (rahmetin) husûsî olan bir şeye (yağmura) atfı vardır. Çünkü (yağmur) husûsî, rahmet ise umûmîdir.
8. "Denizde akıp giden dağlar gibi gemiler O'nun alâmetlerindendir" âyetinde mürsel mücmel teşbih vardır. Gemiler büyüklük bakımından dağlara benzetilmiştir.
9. "Dile­diğine kız dilediğine de erkek çocuk bahşeder. Ya da hem erkek hem de kız çocuk verir" âyetinde taksim sanatı vardır.
10. "Size isabet eden şey" ile musibet" arasında da cinâs-ı iştikak vardır.
11. "Çok sabreden, çok şükreden herkes için" âyetinde mübalağa sıygaları kullanılmıştır.
12. "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür.' cümlesinde müşâkele sanatı vardır. İkincisi şekil bakımından birincisin, benzediği için ona da "seyyie" adı verilmiştir.Âyet sonlarında uygunluk vardır. Bu, güzelleştirici edebî sanatlar dan olup Kur'ân-i Kerînı'de çoktur.
Allah'ın yardımıyla "Şûra Sûresi"nin tefsiri tamamlandı. [109]


[1] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/437-438.
[2] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/438.
[3] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/442.
[4] Geniş bilgi ,çin. Bakara suresinin başına bakınız.
[5] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/442.
[6] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/443.
[7] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/443.
[8] Mü'min sûresi, 40/7
[9] Teshil, 4/17
[10] Kurtubî, 16/5
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/443.
[11] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/443.
[12] Tefsîr-i kebîr, 27/147
[13] Hûd sûresi, 11/105
[14] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/443-444.
[15] Kurtubî, 16/6
[16] Bahr, 7/509
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/444.
[17] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/444.
[18] Kurtubî, 16/7
[19] Tefsîr-i kebîr, 27/149
[20] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/444-445.
[21] Cemel Haşiyesi, 4/55
[22] Kurtubî, 16/8
[23] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/445.
[24] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/445-446.
[25] Sâvî Haşiyesi, 4/32
[26] Kurtubî. 16/11-
[27] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/446.
[28] Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/272
[29] Beyzavi 2/173
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/446-447
[30] Tefsir-i kebîr, 27/158
[31] et-Teshn, 4/19
[32] Yunus Suresi, 10/41. Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/273
[33] Sâvî Haşiyesi, 4/33
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/447-448.
[34] Bahr, 7/513
[35] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/448.
[36] Bahr, 7/513
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/448.
[37] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/448.
[38] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/451.
[39] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/451-452.
[40] Bahr, 7/514
[41] Furkân sûresi, 25/20; Kurtubî, 16/18
[42] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/452.
[43] Keşşaf, 4/171
[44] Teshil, 4/17
[45] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/452-453.
[46] Beyzâvî Haşiyesi, 3/275
[47] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/453.
[48] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/275
[49] Kurtubî, 16/20
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/453.
[50] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/275
[51] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/453-454.
[52] Bahr, 7/516
[53] Hakka sûresi, 69/44-46
[54] Ebussuûd, 5/34
[55] Kurtubî, 16/25
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/454.
[56] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/455.
[57] Mutaffıfsn sûresi, 83/3
[58] Tefsîr-i kebîr, 27/169
[59] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/455.
[60] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/277 ..
[61] İbn Kesir bunu Enes'ten (r.a.) merfû, olarak rivay! t etmiştir.
[62] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/455.
[63] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/455.
[64] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/278
[65] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/455-456.
[66] Celâleyn, 4/38
[67] Ebû Hayyân da böyle demiştir. Bkz. Bahr, 7/518. İbn Kesîr, bu hadîsin, İbn Ebî Hâtim'in Hasan Basrî'den mürsel olarak rivayet ettiği hadîslerden olduğunu söyler.
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/456.
[68] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/456.
[69] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/456.
[70] A'râf sûresi, 7/25
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/456-457.
[71] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/461.
[72] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/461-462.
[73] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/462.
[74] Sâvî Haşiyesi, 4/39
[75] Bahr, 7/520
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/462.
[76] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/462.
[77] Kurtubî, 16/33
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/462.
[78] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/463.
[79] Sâvî Haşiyesi, 4/40
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/463.
[80] Beyzâvî, 2/175
[81] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/463.
[82] Kurtubî, 16/39
[83] Ebussııûd, 5/36
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/463.
[84] Tefsîr-i kebîr, 27/178
[85] Tirmizî, Birr, 82. Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/280
[86] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/463-464.
[87] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/464.
[88] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/464.
[89] Savi Haşiyesi, 4/41
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/464.
[90] Kurtubî, 16/46
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/464.
[91] Tefsîr-i kebîr, 27/178
[92] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/464-465.
[93] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/182
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/465.
[94] Ebussuûd, 5/37
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/465.
[95] Bahr, 7/525
[96] Sâvî Haşiyesi, 4/41
[97] TefsÎP-i kebîr, 27/184
Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/465-466.
[98] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/466.
[99] Beyzâvî, 2/176
[100] Muhtasar-ı tbn Kesîr, 3/283
[101] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/466.
[102] Sâffât sûresi, 37/102
[103] Teshîl, 4/24
[104] Sâvi Haşiyesi, 4/42
[105] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/467.
[106] Kurtubî, 16/55
[107] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/467.
[108] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/467.
[109] Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/468-469.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder