MURSELAT SURESİ

Hiç yorum yok
. 7

MURSELAT SURESİ

Mekke'de inmiştir. 50 âyettir.

Takdim

Mürselât sûresi Mekke'de inmiştir. Bu sûre de Mekke'de inen diğer sûreler gibi inanç konularını işler. Âhiretle ilgili işlerden, Allah'ın birliğini ve gücünü gösteren delillerden ve gaybla ilgili diğer konulardan bahseder.
Bu mübarek sûre, kıyametin hak olduğuna; ve helakin, kâfirlerin başına geleceğine dair, kainatın işlerini düzenlemekle görevli çeşitli me­leklere yeminle başlar: "Yemin olsun, iyilik için birbiri peşinden gönderi­lenlere; şiddetle eserek savurup atanlara; yaydıkça yayanlara; iyice ayıran­lara; arındırmak veya sakındırmak için öğüt telkin edenlere ki, size vadolu-nan şey muhakkak gerçekleşecek."
Daha sonra sûre, suçluların tehdit edildiği bu azabın ne zaman ger­çekleşeceğini anlatır: "Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberler için vakit tayin edildiği zaman.... Bu vakit, hangi gün için ertelenmiştir? Hüküm günü için. Hüküm gününün ne olduğunu sen nerden bileceksin?"
Bundan sonra sûre, Allah'ın, insanlar yok olduktan sonra onları tekrar geri çevirmeye ve öldükten sonra diriltmeye gücünün yettiğini gösteren en­gin delilleri anlatır: "O gün, yalanlayanların vay haline! Biz, öncekileri yok etmedik mi?"
"Sonra arkadakileri de onların ardına takacağız. İşte biz, suçlulara böyle yaparız. O gün, yalanlayanların vay haline! Biz sizi hakîr bir sudan yaratmadık mı?"
Sonra sûre, suçluların âhiretteki âkibetlerinden ve orada görecekleri ceza ve azaptan söz eder: O gün, yalanlayanların vay haline! "Haydi, ya­lanlamış olduğunuz azaba doğru gidin. Üç kola ayrılmış, fakat ne gölgelen­diren, ne de alevden koruyan bir gölgeye gidin. O, saray gibi, kocaman kı­vılcım saçar. Onun kıvılcımı sanki kızıl devedir."
Sûre, suçlulardan bahsettikten sonra takva sahibi mü'minlerden bah­seder. Yüce Allah'ın onlara hazırladığı çeşitli ikram ve lütufları anlatır: "Takva sahipleri gölgeliklerde ve pınar başlarında bulunurlar. Canlarının çektiği çeşit çeşit meyveler arasındadırlar. Dünyada yapmış olduğunuz iyi­likler sebebiyle, şimdi afiyetle yiyin için. İşte biz iyilik yapanları böyle mükâfaatlandırırız." [1]
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Yemin olsun, birbiri peşinden gönderilenlere;
2. Şiddetle eserek savurup atanlara;
3. Yaydıkça yayanlara;
4. Birbirinden iyice ayıranlara;
5, 6, 7. Mazereti ortadan kaldırmak veya uyarmak için vahyi indiren meleklere yemin olsun ki, size vado-lunan şey muhakkak gerçekleşecek.
8, 9, 10, 11. Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök-kubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygam­berler için vakit tayin edildiği zaman...
12. (Bu alâmetler) ne vakte ertelenmiştir?
13. Hüküm gününe...
14. (Resulüm!) Hüküm gününün ne olduğunu sen nerden bileceksin!
15. O gün yalanlayanların vay haline!
16. Biz, öncekileri helak etmedik mi?
17. Sonra arkadakileri de onlara kattık.
18. İşte biz suçlulara böyle yaparız!
19. O gün, yalanlayanların vay haline!.
20. Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?
21, 22. Ve o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik.
23. Biz buna güç yetirmişizdir. Biz, ne mükemmel bir kudret sahibiyiz!
24. O gün yalanyalanların vay haline!
25, 26. Biz, yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadık mı?
27. Yeryüzünde haşmetli dağlar yarattık, sizlere
tatlı sular içirdik.
28. O gün yalanyalanların vay haline!
29. (inkarcılara o gün şöyle denilir:) "Haydi yalanlamış olduğunuz azaba doğru gidin!"
30, 31. Üç kola ayrılmış, (ama) ne gölgelendiren ne de alevden koruyan bir gölgeye gidin.
32. O, saray gibi kocaman kıvılcım saçar.
33. Onun kıvılcımı sanki sarı develer gibidir.
34. O gün, yalanlayanların vay haline!
35. O, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür.
36. Onlara izin bile verilmez ki mazeretlerini be­yan etsinler.
37. O gün, yalanlayanların vay haline!
38. (O zaman şöyle denir:) Bu, hüküm günüdür. Sizi ve sizden öncekileri bir araya getirdik.
39. Bir çareniz varsa, gösterin
40. O gün, yalanlayanların vay haline!
41. (O gün) takva sahipleri, gerçekten, gölgelikler­de ve pınar başlarında bulunurlar;
42. Canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasındadırlar.
43. (Kendilerine) "Dünyada yapmış olduğunuz iyi­likler sayesinde şimdi afiyetle yiyin için" (denir).
44. İşte, biz iyilik yapanları böyle mükâfaatlandı-rırız.
45. O gün, yalanlayanların vay haline!
46. Yiyiniz, faydalanınız biraz! Gerçek şu ki, siz­ler suçlusunuz.
47. O gün, yalanlayanların vay haline!
48. Onlar, kendilerine, "Allah'ın huzurunda eği­lin!" denildiği vakit eğilmezler.
49. O gün, yalanlayanların vay haline!
50. Onlar artık Kur'ân'dan sonra hangi söze ina­nacaklar?!

Kelimelerin İzahı

Açıldı, yarıldı. "Bir şeyi açtım, o da açıldı" mânâsına denir.
Kifât, toplanma yeri demektir. cûf lügatte, toplamak ve kat­mak demektir. Şâir şöyle der:
Bu gün sen, yer üzerinde bir canlısın. Oysa yarın bu yer seni, toplanma yerine katar.[2]
Şâmihât, yüksek ve ulu demektir. Bir kimse, kibrinden dolayı burnunu kaldırdığı zaman denir.
Fürât, son derece tatlı demektir.
Şerrer, kelimesinin çoğulu olup, ateşten uçuşup dağılan kıvılcımlar manasınadır. [3]

Ayetlerin Tefsiri

1. Birbiri ardından, peş peşe esen rüzgârlara yemin ede­rim.[4] Tefsirciler şöyle der: Bunlar, Allah'ın, zalimleri yok ettiği azap rüz­gârlarıdır. [5]
2. Şiddetli esen rüzgârlara yemin ederim. Bu rüzgârlar şiddetle estikleri zaman ağaçları kökünden söker, evleri yıkar ve izleri değiştirir. [6]
3. Bulutlarla görevli meleklere yemin ederim. Bu melek­ler, Allah'ın rahmetinin yani yağmurun yayılması ve böylece ülkelerin ve kulların hayat bulması için o bulutlan Allah'ın dilediği yere sevkederler. [7]
4. Hak ile bâtılı, haram ile helali birbirinden ayıran me­leklere yemin ederim.[8]
5. Vahyi indiren ve Yüce Allah'ın kitaplarını peygamber­lere götüren meleklere yemin ederim. [9]
6. Bu melekler, kulların Allah katında, ona karşı ileri sürebilecekleri bir delilleri kalmaması için özrü ortadan kaldırmak veya azap ve ceza ile kulları korkutmak üzere vahyi Allah'tan alıp getirirler. [10]
7. Bu, yukardaki yeminlerin cevabıdır. Yani, size vado-lunan kıyamet, hesap ve ceza işi mutlaka olacaktır. Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah, kendisiyle yemin edilen şeylerin kıymetinin yüceliğine dikkat çekmek ve üzerine yemin ettiği şeyin şanını yüceltmek için beş şeye ye­min etti. Rahmet ve azabı taşıyan, kullara, hayrı veya şerri götüren rüzgârlara; özrü ortadan kaldırmak ve korkutma için vahyi indiren itaatkâr meleklere yemin etti. Kıyametin kuşkusuz bir gerçek olduğuna, kıyametin geleceğine ve sevap ve cezanın gerçekleşeceğine dair Yüce Allah'ın yalan-layıcıları korkuttuğu şeylerin mutlaka vuku bulacağına yemin etti. Binae­naleyh bunlarda şek ve şüpheye düşmek yakışmaz.[11]
Daha sonra Yüce Allah, bunun vuku bulacağı zamanı ayrıntıları ile açıklamak üzere şöyle buyurdu: [12]
8. Yıldızlar yok olup, ışıkları ve ziyaları gittiği za­man, [13]
9. Gök yarılıp parçalandığı zaman, [14]
10. Dağlar uçuşup dağılarak, rüzgârların estirdiği toz gibi olduğu zaman. Nitekim Yüce Allah meâlen, «Sana dağlar hakkında so­rarlar. De ki, "Rabbim onları ufalayıp savuracak"[15] buyurmuştur. [16]
11. Kendileri ile ümmetleri arasında hüküm vermek için, elçilere bir vakit ayrıldığı zaman, işte, bu kıyamet günüdür. Nitekim Yüce Allah meâlen, «O gün Allah elçileri toplar ve, "Size ne cevap veril­di?" der»[17] buyurmuştur. kelimesinin aslı, "vakt" kökünden olup şeklindedir. "Onlar için sınırlı bir vakit kılındı" demektir. Taberî şöyle der: Kıyamet günü toplanma vakti için mühlet verildi.[18] Mücâhid de şöyle der: O' peygamberlerin, Ümmetlerine şahitlik etmek için hazır olacakları gündür.[19]
12. Bu, o günün büyüklüğünü göstermek ve o gün vuku bu­lacak korkunç ve şiddetli olaylara karşı şaşkınlık duyulacağını ifade etmek için sorulmuş bir sorudur. Yani, "Peygamberlere hangi büyük güne kadar
mühlet verildi?" [20]
13. Mahluklar arasında hüküm verileceği, haklı ile haksızın ayrılacağı güne kadar... O gün Allah, âdil hükmü ile, peygamberleri ile onların yalanlayıcı ümmetleri arasında hüküm vererek hak ile bâtılı ayırır. [21]
14. Bu, kıyamet gününün büyüklük ve kor­kunçluğunu ifade etmek için sorulmuş bir somdur. Yani, Ey İnsan! Hak ile bâtılın ayrılacağı o günü, onun dehşet ve korkunçluğunu sana ne öğretti? O gün, insanın, mahiyetini anlayamayacağı, akıl ve düşüncenin kavrayamayacağı kadar büyük bir gündür. Yüce Allah, o günün daha korkunç ve dehşet verici olduğunu ifade etsin diye, "Onun ne olduğunu sana ne öğretti?" demeyip, zamir yerine isim kullanarak buyur­du. Fahreddin Râzî şöyle der: Yüce Allah, o günün büyüklüğünden kullan hayrete düşürerek şöyle buyurdu: O peygamberlerle ilgili işler, yani onları yalanlayanlara azap edilmesi, iman edenlerin yüceltilmesi, ve korkunç olaylar, amellerin arzedilmesi ve hesap gibi halkı iman etmeye çağırdık­ları şeylerin ortaya çıkması hangi gün için ertelendi? Daha sonra Yüce Allah bunu açıklayarak, "fasıl günü için" buyurdu. Fasıl günü, Yüce Allah'ın mahluklar arasında hükmedeceği gündür. Bunun ardından Allah, o günün büyüklüğünü tekrar göstermek için "Fasıl gününün ne olduğunu, onun ne derece dehşetli ve korkunç olduğunu sana ne öğretti?" buyurdu.[22] "Yıldızların ışığı söndüğü zaman" diye başlıyan şart cümlesinin cevabı, sözün akışından anlaşıldığı için zikredilmemiştir. Takdiri şöyledir: "Tehdit edildiğiniz şey meydana gelir ve peygamberlerin bildirdiği kıya­metin kopma olayı gerçekleşir." Bu şekildeki hazif, beyandaki îcâz üslup-larmdandır ki, Kur'an'ın bu konuda mümtaz bir yeri vardır. [23]
15. O gün korkunç helak ve büyük zarar, o vadedilen günü yalanlayanlar içindir. Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah, daha çok teşvik ve sakındırma gayesiyle, bu sûrede cümlesini on defa tekrarladı. Söylenen her cümlede, âhiret halleri ile ilgili şeyler haber verilmiş ve dünya halleri ile ilgili hatırlatmalar yapılmıştır. Dolayısıyle her cümlenin ardından, günahkâr kâfirleri bir helak ve zararın beklediği tehdidini zikretmek uygun düşmüştür. Bundan önce geçen "İnsan" sûresinde, kâfirlerin âhiretteki hallerinden bir kısmı anlatılmış; yine orada mü'minlerin halleri genişçe anlatılarak itnab yapılmıştı. Dolayısıyle bu sûrede de, kâfirler uzun uzun anlatılarak itnab yapılmış; mü'minler ise kısaca anlatılmıştır.
Yüce Allah, kıyamet günü ile ilgili haberi pekiştirip onun mutlaka vuku bulacağını vurguladıktan ve o gün olacak olayların korkunçluk ve dehşetiyle yalanlayanları korkuttuktan sonra, üslup değiştirerek tekrar on­ları, Allah'ın yakalama ve intikamıyla korkuttu: [24]
16. Nûh, Ad ve Semûd kavimleri gibi, önce geçen milletleri, peygamberleri yalanlamaları sebebiyle helak etmedik mi? [25]
17. "Lût ve Şuayb'm kavmi, Musa'nın kavmi yani Fira­vun ve onun peşinden gidenler ve benzeri, daha sonra gelip de onlar gibi ya­lanlayıp isyan edenleri de onlara kattık. [26]
18. Gerçekleştirdiğimiz o korkunç helakin bir benze­rini de, Peygamberlerin efendisini yalanlamaları sebebiyle o suçlulara, yani Mekke kâfirlerine uygularız. [27]
19. O gün, Allah'ın birliğini, peygamberliği, hesap ve cezayı yalanlayan herkesin vay haline! [28]
20. Bu, yalanlayıcılara bir hatırlatmayı ifade etti­ği gibi, onların, en yaygın olarak görülen olaydan gafil ve habersiz olmala­rına şaşılması gerektiğini de ifade eder. Bu da, onları zayıf ve değersiz bir meniden yaratanın, hesap ve ceza için tekrar yaratabileceği gerçeğidir. Ya­ni, ey kâfirler topluluğu! Biz sizi zayıf ve değersiz bir sudan yani erkeğin menisinden yaratmadık mı? Kudsî hadiste, Yüce Allah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ey Âdemoğlu! Sen Beni nasıl âciz bırakacaksın?! Oy­saki Ben seni, bunun bir benzerinden yarattım'![29]
21. O değersiz suyu sağlam ve korunmuş bir yere yani kadının rahmine yerleştirdik. [30]
22. Allah'ın bildiği, muayyen ve sınırlı bir zamana kadar, yani doğum vaktine kadar orada tuttuk. [31]
23. Alâ Bizim onu meniden yaratmaya gücümüz yeter. Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz. Zira insanı en güzel şekil ve surette ya­rattık. [32]
24. Gücümüzü yalanlayanların o gün vay haline!! Sâvî şöyle der: Bu âyet, Yüce Allah'tan kâfirlere, kendilerine verdiği nime­tin büyüklüğüne ve onları hiç yoktan yaratmaya gücü yettiğine dair bir hatırlatmadır. İlk önce, yoktan yaratmaya gücü yeten tekrar yaratabilir. Bu âyette, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere bir cevap vardır.[33]
Bundan sonra Yüce Allah, yaşarlarken yer üzerinde bulundurma; ölümden sonra da yerin altında onları gizleme lütfunda bulunduğunu kendi­lerine hatırlatarak şöyle buyurdu: [34]
25, 26. Üzerinde yaşadığınız bu yeryüzünü sizin için bir anne gibi yapmadık mı? O, dirileri üzerinde, ölüleri içinde toplamıyor mu? Tefsirciler der ki: Keft; toplamak ve katmak de­mektir. Yeryüzü bütün insanları topluyor ve kendine katıyor. O, insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ev ve yurtlarda oturur; ölüler ise, to­prağın karnında, kabirlerde oturur: "Sizi yerden yarattık, oraya döndü­receğiz. Sonra sizi tekrar oradan çıkaracağız"[35] Şa'bî şöyle der: "Yerin altı ölüleriniz; üstü direliriniz içindir"[36]
27. Sizi sarsmasın diye, yer yüzünde haşmetli yüce ve ulu dağlar yarattık.[37] Size son derece tatlı sular içirdik. Sizin için onları bulutlardan indirdik; pınar ve ırmaklardan çıkardık ki, siz ve hayvanlarınız ondan için, ekin ve ağaçlarınızı sulayın. [38]
28, 29. O gün, yalanlayan­ların vay haline! Haydi, dünyada iken yalanlamış olduğunuz cehennem azabına doğru gidin. Bu sözü onlara azarlama ve kınama maksadiyle, ce­hennem melekleri söyleyecektir.
Bundan sonra Yüce Allah, bu azabı açıklamak üzere şöyle buyurdu: [39]
30. Gidin, yoğun bir dumanla yani, üç kola ayrılan cehennem dumanı ile gölgelenin! [40]
31. O, ne altında olanları gölgelendirir ne de uzanan gölgenin yaptığı gibi, güneşin sıcaklığından korur. Her taraftan uza­nan ateşin dillerini de ondan savamaz. Taberî şöyle der: Bu gölge onları ne cehennemin sıcaklığından korur, ne de onun alevinden onları gizler. Bu şöyle olur: Cehennemin yakıtlarından bir duman yükselir. Yükseldiği za­man üç kola ayrılır.[41] Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah, azaba müstehak olanlarla alay olsun diye, azaba gölge ismini verdi, Mü'minler gölgeler altında ve pınar kenarlarmdadır. Suçlular ise içlerine işleyen bir ateş ve kaynar su ile kapkara dumandan bir gölge altındadırlar. Durum böyle olun­ca, içlerinde bulundukları şeyin gölge diye isimlendirilmesi alay yollu bir ifadeden başka, nasıl doğru olabilir?
Daha sonra Yüce Allah, cehennemi ve onda meydana gelecek korkulu durumları daha çok anlatmak üzere şöyle buyurdu: [42]
32. Kuşkusuz Cehennem kocaman kıvılcımlar saçar. Her bir kıvılcım, ulu bir saray gibidir. İbn Kesîr: "Cehennemin ale­vinden, kale gibi kıvılcımlar uçuşur" der.[43]
33. Cehennemden uçuşan bu kıvılcımlar sanki, renk ve hızlı hareket etme hususunda, sarı develerdir. Fahreddin Râzî şöyle der: Yüce Allah bu kıvılcımları büyüklükte saraylara; renk, çokluk ve çabukluk­ta sarı develere benzetti.[44] Bu teşbîh, çok parlak ve güzel teşbîh şekilJerin-dendir. Çünkü kıvılcımlar, ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu nasıl olur?! Allah, rahmet ve insaniyle bizi cehennem azabından korusun. [45]
34. O gün, Allah'ın âyetlerini yalanlayanların vay ha­line! [46]
35. Bu korkunç gün, o yalanlayanların konuşama­yacakları ve kendilerine yarar sağlayan hiçbir söz söyleyemeyecekleri bir gündür. O gün onlar dilsizdir, konuşamazlar. [47]
36. "İşledikleri suç ve kabahatler hususunda onların mazeretleri ve ileri sürdükleri deliller kabul edilmez. Hatta onlara, özür beyan etmeleri için izin dahi verilmez. Çünkü bu delil ve mazeretleri din­lenmez ve kabul edilmez. Nitekim Yüce Allah meâlen, "O gün, zalimlere, mazeretleri fayda vermez"[48] buyurmuştur. [49]
37. O gün, yalanlayanların vay haline! [50]
38. O gün, yalanlayanlara şöyle denilir: Bu, mahluklar arasında haklı ile haksızı ayırma günüdür. Bu gün Allah, adaletli hükmü ile mutlu ve mutsuzlar arasında hükmünü verecektir. Sizden öncekilerle birlikte bugün sizi topladık ki, hepinizin arasında hükmümüzü verelim. [51]
39. Eğer azaptan kurtulma hususunda bir çare ve yolunuz varsa onu kullanın ve eğer gücünüz yeterse, Allah'ın yakalama ve intikamından kendinizi kurtarın. Bu, onların âciz olduğunu göstermek ve onları azarlamaktır. [52]
40. O gün, ceza gününü yalanlayanların vay haline! Yüce Allah, suçlu mutsuzların hallerini anlattıktan sonra, ardından takva sahibi mutluların hallerini anlatmak üzere şöyle buyurdu: [53]
41. Düyada Rablerinden korkanlar ve emirlerine sarılıp yasakladığı şeylerden sakınarak O'nun azabından sakınanlar var ya, işte kıyamet günü onlar, ağaçların koyu gölgeleri altında ve akıp fışkıran su kaynaklarındadırlar. O yalanlayıcı suçluların aksine, sonsuzluk ve nimet yurdunda refah içinde yaşarlar. Yalanlayıcı suçlular ise, kapkara bir gölge yani cehennemin simsiyah dumanı altındadırlar. Bu, ne sıcaktan korur, ne susuzluğu giderir, ne de onunla gölgelenmek isteyen, rahat etmek için arzu­ladığı şeyleri bulabilir. Bulabileceği şey, sadece cehennemin korkunç kıvılcımıdır. [54]
42. Takva sahibi mutlular o gün, canlarının çektiği ve hoşlandıkları çeşit çeşit meyveler arasındadırlar. [55]
43. Yalnızlıklarım gidermek ve ikram yol­lu olmak üzere onlara şöyle denilir: Dünyada iken takdim ettiğiniz iyi ameller sayesinde afiyetle yiyin, için. [56]
44. İşte biz, iyi iş yapanları, niyeti samîmi olanları ve Rabbinden korkanları, bu şekilde büyük bir mükâfaatla ödüllendiririz. [57]
45. O gün, ceza gününü yalanlayanların vay haline! [58]
46. Tehdit ve korkutma yoluyla kâfirlere şöyle denir: Karınlarını doldurmayı ve arzu ettikleri şeyleri elde etmeyi düşünen hayvanların yaptığı gibi, bu dünya nimetlerinden yiyin ve az bir zaman, yani eceliniz gelinceye kadar bu dünyanın fani zevklerinden fayda­lanın. Çünkü siz suçlusunuz, nimet ve ikrama hakkınız yok. [59]
47. Kıyamet günü, Allah'ın nimetlerini yalanlayan­ların vay haline! [60]
48. O müşriklere, "Allah için namaz kılın ve namaz kılarken onun azameti ve yüceliği karşısında eğilin" denildiğinde, ne namaz kılar ne de eğilirler. Aksine ısrarlı bir şekilde kibirlenmeye de­vam ederler. Mukâtil şöyle der: Bu âyet Sakif kabilesi hakkında inmiştir. Sakifliler namaz kılmak istememiş ve Rasulullah (s.a.v)'a: "Namazı biz­den kaldır. Çünkü biz eğilemiyoruz. O bizim için bir ardır" demişler, Hz. Peygamber (a.s.)'de onların bu isteklerini kabul etmeyerek: "Namazı ol­mayan dinde hayır yoktur" buyurmuşlardır.[61]
49. Kıyamet günü, Allah'ın emir ve yasaklarını inkâr edenlerin vay haline! [62]
50. Bu açık ve mucize Kur'ân'a iman etmezlerse, ondan sonra hangi kitaba ve söze inanacaklar? Son derece mucize ol­masına, delilleri açık ve ifadesi parlak olmasına rağmen Kur'ân'ı yalan­layıp iman etmezlerse, artık hangi şeye inanacaklar? Kurtubî şöyle der:
Yüce Allah, "O gün, yalanlayanların vay haline!" sözünü, korkutma ve tehdit maksadıyle on kez tekrarladı. Bazıları, bunun bir tekrar olmadığını söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah, her bir sözle, bir diğeriyle kastetmediği mânâyı kastetmiştir. Sanki Yüce Allah bir şey zikretmiş, ardından, "Bunu yalanlayanın vay haline!" demiş; sonra bir başka şey zik­retmiş, onun ardından da, "Bunu yal ani ay ananın vay haline!" demiştir. Bu, sûrenin sonuna kadar bu şekilde devam etmiştir.[63]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek sûre, birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda Özetliyoruz:
1. "Şiddetle eserek savur­up atanlara, yaydıkça yayanlara, iyice ayıranlara.." âyetleri ile benzeri âyetlerde, daha ziyade açıklamak ve sözü desteklemek için mastar zikre­dilerek vurgu yapılmıştır.
2. arasında tıbak vardır. Bütün bunlar güzelleştirici edebî sanatlardandır.
3. "Hangi güne bırakıl­mıştır? Ayırım gününe. Ayırım gününün ne olduğunu sen nerden bilecek­sin?" âyetlerinde, durumun korkunçluk ve dehşetini daha çok anlatmak için zamir yerine açık isim söylenmiş ve söz, soru üslûbu ile ifade edilmiştir.
4. "Biz, öncekileri yok etmedik mi?" cümlesindeki soru, muhatabı ikrar ettirmek için sorulmuştur, "Biz sizi ha­kir bir sudan yaratmadık mı?" cümlesi de bunun gibidir.
5. kelimeleri arasında nakıs cinas vardır.
6. "Saray gibi kocaman kıvılcım saçar" cümlesinde mürsel mücmel teşbih vardır. "Kıvılcım. Sanki sarı bir deve­dir" cümlesinde de mürsel mufassal teşbîh vardır.
7. Yüce Allah, Takva sahipleri, gerçekten, gölgeliklerde ve pınar başlarında bulunurlar. Canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasındadırlar. Onlara: "dünyada yapmış olduğunuz iyilikler sayesinde, şimdi afiyetle yiyin için"» denilir âyetlerine mukabil, "Yiyiniz, faydalanınız biraz! Gerçek şu ki, sizler suçlusunuz" âyetini söylemiştir. Böylece, iyilerin nail olacağı lütuf ile kâfirlerin çekeceği azap arasında "mukabele" yapılmıştır.
8. "Üç kola ayrılmış, ne gölgelendiren ne de alevden koruyan gplgeye gidin" âyetinde alay üslûbu vardır. Yüce
Allah, kâfirlerle alay olsun diye azaba "gölge" demiştir.
9. Onlara, "Allah'ın huzurunda eğilin," de­nildiği vakit eğilmezler» âyetinde mecaz-ı mürsel vardır. Yüce Allah, mut­lak olarak "rüku" tabirini kullanmış, bununla "namaz"ı kastetmiştir. Bu, "zikr-i cüz, irade-i küll" kabilindendir. "Onlara, namaz kılın, denilince kıl­mazlar" demektir.
10. gibi âyet sonlarında uygunluk vardır. Buna sec'i murassa' denir. Bu, güzelleştirici edebî sanatlardandır.
Allah'ın yardımı ile "Mürselât Sûresi"nin tefsiri bitti. [64]


[1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/169-170.
[2] Kurtubî, 19/159
[3] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/174.
[4] Tefsirciier bu beş âyetin tefsirinde, büyük görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Bazıları bu âyetlerin hepsini "rügârlar"; bazıları da hepsini "melekler" diye yorumlamış, bazı âlimler ise, bir kısmını melekler, bir kısmını da rüzgârlar diye yorumlayarak tafsilata girmişlerdir. İbn Cerîr ise, bu konuda bir şey dememeşitr. Biz, İbn Kesîr'in kabuî ettiği ve İbn Cüzeyy'in tercih ettiği görüşü benimsedik. İbn Cüzeyy şöyle diyor: ta açık olan, bunların "rüzgârlar" mânâsına gelmesidir. Çünkü rüzgârın "şiddetle esen" diye nitelenmesi hakikattir. kelimelerinde açık olan, bunların "melekler" olmasıdır. Çünkü bunlardan sonra zikredilen "öğüt telkin edenler" sözünden maksat meleklerdir. Hiç kimse bunların "rüzgârlar" olduğunu söylememiştir. Bunun içindir ki Yüce Allah, aynı cinsten olanları birbi­rine harfi ile atfederek 3 buyurmuş, sonra bunların cinsinden olmayanları ile atfederek buyurmuştur. Sonra bu cinsten olanı da j ile atfetmiştir. Bu, güzel bir görüştür.
[5] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/174.
[6] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/174.
[7] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/174.
[8] Bahr, 8/404
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/174.
[9] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/174.
[10] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175.
[11] Tefsîr-i kebîr, 30/265
[12] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175.
[13] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175.
[14] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175.
[15] Tahâ sûresi, 20/105
[16] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175.
[17] Mâide sûresi, 5/109
[18] Taberî, 29/132
[19] Tefsir-i Kebir, 30/269
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175.
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175.
[21] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/175-176.
[22] Tefsîr-i kebîr.
[23] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/176.
[24] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/176.
[25] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/176-177.
[26] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[27] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[28] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[29] Ahmed b. Hanbel, IV, 210; İbn Mâce, Vesâyâ, 4. Hadisin tamamı şöyledir: Hz. Peygam­ber (a.s.) bir gün, avucunun içine tükürdü. Üzerine parmağını koyarak şöyle dedi: Yüce Allah buyuruyor ki: Ey Ademoğlu! Beni nasıl âciz bırakacaksın. Oysa ben seni böyle bir şeyden ya­rattım. Sana şekil verip düzgün yapılı kılınca elbisene bürünüp yürüdün. Senin yürüyüşünden yer ses çıkarıyordu. Mal topladm, kimseye vermedin. Nihayet can boğaza gelince, "sadaka vereceğim" dedin. Nerde sadaka verme vakti!!..
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[30] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[31] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[32] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[33] Sâvî Haşiyesi, 4/280
[34] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177.
[35] Tâhâ sûresi, 20/55
[36] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/588
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/177-178.
[37] Kur'ân-ı Kerim, dağların var olmasındaki hikmeti modem ilmden önce açığa çıkarmıştır. Dağlar yeryüzünün direkleri gibidir. Çadırın direkleri çadırı koruduğu gibi dağlar da yeri sal­lanmaktan korur. Kur'ân-ı Kerim: "Sizi sarsmaması için, yeryüzünde sağlam dağlar meydana getirdi" (NahI sûresi, 16/15) buyurarak bu inceliği açıklamıştır. Bu yüce dağlar olmasaydı, yeryüzü, içinde bulunan gazlar, buharlar ve üst üste birikip sıkışmış yanıcı maddeler sebe­biyle daima sallanır ve hava akımında bulunan bir tüy gibi olurdu. Her şeyi bilen ve bir hik­mete göre yaratan Allah, noksan sıfatlardan uzaktır. Bu ulu dağların yaratılmasında bir başka hikmet daha vardır ki, o da, dağların üzerinde bulutların meydana gelmesi ve kar ve yağmurların yağmasıdır. Böylece nehirler ve gözeler oluşur, ağaçlar ve bitkiler çoğalır. Dağlar kar ve yağmur depoları ve gökten gelen bereketlerin saklanıp korunduğu yerlerdir. Bu­nun içndir ki Yüce Allah, dağlarla birlikte su nimetini de zikrederek, meâlen "Sizlere tatlı su­lar içirdik" buyurmuştur. Allah'ım! Kur'ân'ın ne eşsiz ve güzel sırları var?!!
[38] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/178.
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/178.
[40] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/178.
[41] Taberî, 29/146
[42] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/178-179.
[43] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/588
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[44] Tefsîr-i kebîr, 30/277
[45] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[46] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[47] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[48] Rûm sûresi, 30/57
[49] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[50] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[51] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[52] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[53] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/179.
[54] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[55] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[56] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[58] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[59] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[60] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[61] Bahr, 8/408
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[62] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180.
[63] Kurtubî, 19/167.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/180-181.
[64] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/181-182.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder