KASAS SURESİ

Hiç yorum yok
. 22


KASAS SURESİ

Mekke'de inmiştir. 88 âyettir.

Sûreyi Takdim

Kasas Sûresi, "Allah'ın birliği, peygamberlik ve öldükten sonra di­rilme" gibi inanç yönlerine önem veren ve Mekke'de inen sûrelerdendir. Bu sûre izlediği yol ve varacağı hedef bakımından Nemi ve Şuarâ sûreleri ile aynıdır. Aynı zamanda, iniş sebepleri bakımından da birbirlerine uygundur­lar. Bu sûre, kendinden önce gelen bu iki sûrede kısaca anlatılan konuları açıklar veya tamamlar.
Bu mübarek sûrenin ana konusu hak ve bâtıl fikri ile itaat ve isyan mantığı etrafında döner. Sûre, Allah ordusu ile Şeytan ordusu arasındaki mücadele kıssasını tasvir eder. Sûre, bu hususta iki kıssa anlatmıştır: Birin­cisi, hükümranlık ve saltanat sebebiyle azgınlık gösterme olayıdır ki, bu, İsrailoğullarma azabın kötüsünü tattıran, onların erkeklerini kesip kadınla­rını diri bırakan ve ilâhlık iddia edecek kadar cür'et gösterip Allah'a karşı ululuk taslayan zorba ve azgın Firavun'un kıssasında misal gösterilerek an­latılmıştır. Nitekim Firavun, "Sizin için, benden başka bir ilâh tanımıyo­rum"[1] demişti. İkincisi, mal ve servet sebebiyle azgınlık ve ululuk göster­me olayıdır ki, bu da, Karun'un, kavmiyle olan kıssası örnek olacak şekilde anlatılmıştır. Her iki kıssa da, insanın bu hayatta, gerek mal, gerek makam ve gerekse saltanat sebebiyle gösterdiği azgınlığın bir sembolüdür.
Bu sûre, Firavun'un azgınlığı, üstünlük taslaması, yer yüzünde fesat çıkarmasından, azgınlığın, her zaman ve her yerdeki mantığından bahsede­rek söze başlar.
Bundan sonra, Musa'nın (a.s.) doğuşundan; annesinin, Firavun'un onu yakalayacağından korkmasından ve Allah'ın, Musa (a.s)'yı denize atmasını ona ilham etmesinden söz eder. Yüce Allah bunu böyle yaptı ki, Musa (a.s.), Firavun'un himayesinde, dikenlerin ve bataklığın ortasında biten tertemiz bir reyhan gibi, izzet ve ikram içinde yaşasın.
Daha sonra bu sûre, Musa (a.s)'nın rüşd çağma ermesinden, Kıptiyi öldürmesinden, Medyen mıntıkasına göç etmesinden, Şuayb (a.s)'ın kızıyle evlenmesinden söz eder.
Aynı zamanda Yüce Allah'ın, ona, azgın Firavun'u Allah'a çağırması için Mısır'a dönmesini emretmesinden, ve Allah'ın, Firavun'u boğmasına kadar geçen süre içerisinde, Musa (a.s) ile Firavun arasında meydana gelen olaylardan tafsilatıyla bahseder. Yine bu sûre, Mekke kâfirlerini ve Resûlullâh'm (s.a.v.) peygamberliğine karşı çıkmalarını anlatır. Küfür ehlinin izlediği yolun aynı olduğunu açıklar.
Daha sonra, Karun'un kıssasını anlatır. İman mantığı ile küfür man­tığı arasındaki büyük farkı açıklar.
Bu mübarek sûre, yüce peygamberlerin davet ettiği mutluluk yani iman yolunu göstererek sona erer. [2]

Sûrenin Adı

Yüce Allah, bu sûrede, doğumundan peygamberliğine kadar, Musa'nın (a.s.) kıssasını açık ve geniş bir şekilde anlattığı için buna "Kasas Sûresi" adı verildi. Bu kıssada, öyle ilginç olaylar vardır ki, bu olaylarda, Allah'ın,
dostlarına yardım ettiği ve düşmanlarını yardımsız bıraktığı açıkça görü­nür. [3]
Bismillâhirrahmanirrahim
1. Tâ. Sın. Mîm.
2. Bunlar, apaçık Kitâb'in âyetleridir.
3. iman eden bir kavim için Musa ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle nakle­deceğiz.
4. Firavun, Mısır toprağında gerçekten azmış, hal­kını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızları­nı ise sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.
5. Biz ise o yerde zayıf düşürülenlere lütufta bu­lunmak onları önderler yapmak ve onları vâris kılmak istiyorduk.
6. Ve o yerde onları hâkim kılmak; Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan korktukları şeyi gös­termek istiyorduk.
7. Musa'nın anasına, "Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız" di­ye bildirdik.
8. Nihayet Firavun ailesi O'nu yitik çocuk olarak aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa kaynağı olacaktır. Şüphesiz Firavun ile Hâm.ân ve askerleri yanlış yolda idiler.
9. Firavun'un karısı, "Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası doku­nur, ya da onu evlât ediniriz" dedi. Halbuki onlar işin sonunu sezemiyorlardı.
10. Musa'nın anasının korkudan aklı başından gide yazdı. Eğer biz, inananlardan olması için onun kalbi­ni pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.
11. Annesi Musa'nın ablasına, "Onun izini takip et" dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan karde­şini gözetledi.
12. Biz daha önceden onun, süt analarını kabulüne müsaade etmedik. Bunun üzerine ablası, "Size, onun bakımını namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davrana­cak bir aile göstereyim mi?" dedi.
13. Böylelikle biz onu, anasına, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın vâ'dinin gerçek olduğunu bil­sin diye geri verdik. Fakat yine de pek çoğu bilmezler.
14. Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşinca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böylece mükâfatlandırırız.
15. Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Mûsâ da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. "Bu şeytan işidir. Şeytan, gerçekten saptırıcı, apaçaçık bir düşman." dedi.
16. Mûsâ, "Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla!" dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur.
17. Mûsâ, "Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka çıkmayacağım" dedi.
18. Şehirde korku içinde, etrafı gözetleyerek sa­bahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım is­teyen kimse, feryâd ederek yine ondan imdad istiyor. Mûsâ ona dedi ki: Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!
19. Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakala­mak isteyince, o adam dedi ki: Ey Mûsâ! Dün bir can kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, düzelticilerden olmak istemiyor da, bu yerde ille yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!

Kelimelerin İzahı

Şiye'â, gruplar ve sınıflar demektir.
Sağ bırakıyor, öldürmüyor.
Lütfediyoruz. İhsan ediyoruz.
Yemm, deniz demektir.
Fariğ: boş.
Meradi', "süt anası," mânâsına gelen kelimesinin ço­ğuludur. Çocuğa süt emzirmekte olan kadın mânâsına gelen kelimesi­nin çoğulu ise dır.
An cünübin, uzaktan manasınadır. Yakın olmayan, uzak olan kimseye ecnebi denilmesi de bundandır.
Ona yumruk vurdu. yumruk vurmak manasınadır. Dilci­ler şöyle den ve her ikiside aynı mânâyadır. Yani, elini yumruk ha­line getirip göğse vurmak demektir. Bir görüşe göre, vekz, göğse vurmak; lekz, sırta vurmak manasınadır. (yumruk), parmakları sıkılmış el demektir.[4]
Zahir, yardımcı manasınadır.
Ondan yardım istiyor, İstısrâh, yardım istemek demektir. Bu, feryat mânâsına gelen surâh kökündendir. Çünkü, yardım isteyen kimse, bunun için sesini yükseltir ve bağırır. Şair şöyle der.
Korkup da imdat diye bağıran biri bize geldiğinde, çabucak onun imdadına koşulurdu.[5]
Şiddetle yakalar. Sert ve şiddetli bir şekilde yakalamak demektir. Geçmiş zamanı geniş zamanı gelir. [6]

Âyetlerin Tefsiri

l. Huruf-u mukattaa Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşuna dikkat çekmek ve fesahat ve beyan mucizesi olan bu kitabın, bu heca harflerinin benzerlerinden meydana geldiğine işaret içindir.[7]
2. Ah Bunlar, apaçık bir mucize olan, açık hüküm ve kanunlar koyan Kur'an'ın âyetleridir. [8]
3. Peygamber! Cebrail vasitasıyle, Sana Musa ve Firavun'un önemli haberlerinden, kendisine bâtılın yak­laşamayacağı, içinde kuşku ve yalanın bulunmadığı hak ve doğru haberleri okuyacağız, Bunları, Kur'an'a inanan ve ondan yararlanan bir top­luluk için okuyacağız.
Bundan sonra Yüce Allah, azgın Firavun'un kıssasını anlatmaya başladı ve şöyle buyurdu: [9]
4. Kuşkusuz Firavun; Mısır'da ululuk tasladı, zor­balık ve aşırı derecede azgınlık yaptı Mısır halkını, kendisine hizmet ve itaat hususunda gruplara ve sınıflara ayırdı. On­lardan bir grubu köle ediniyor ve aşağılıyordu. Bunlar İsrail oğulları olup on­lara işkence yapıyordu. Onların erkek çocuklarını öldürüyor; kızlarını, kendisine ve Kıptîlere hizmet etmeleri için hayatta bırakıyordu.Tefsirciler şöyle der: Erkekleri Öldürmesinin sebebi şudur: Firavun rüyasında, Kudüs tarafından büyük bir ateşin çıkıp Mısır'a gelerek Kıptîleri yaktığını, İsrail oğullarını bıraktığım gördü. Bunu falcı ve kâhinle­re sordu. Onlar şöyle cevap verdiler: İsrailoğullarından bir çocuk doğacak, senin saltanatın onun eliyle gidecek, yok olman da onun sebebiyle olacak. Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullarından doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Kuşkusuz o, yeryüzünde aşırı de­recede fesat çıkaran ve zorbalık yapanlardandı. Onun içindir ki, ilahlık id­diasında bulundu, insanları öldürme ve aşağılama hususunda aşın gitti. [10]
5. Biz rahmetimizle, İsrâîl oğullarının zayıflarına lütuf ve ihsanda bulunup onları, Firavun'un işkence ve zulmünden kurtarmak; Daha önce zelil ve köle olmuşlarken, hayırda kendilerine uyulacak önderler yapmak istiyorduk. İbn Abbas şöyle der: "Eimme, hayırda önder olanlar demektir." Katâde de: "Valiler ve kral­lardır" diye tefsir eder. Biz o zayıflan, Firavun ve kavminin ülkesine vârisler kılmayı arzuluyorduk. Mısır'da daha önce Kiptiler lider ve yönetici iken, İsrâîloğullan onların ülkesine vâris olacaklar ve yurtlarında yerleşeceklerdi. [11]
6. İsrailoğullarmı Mısır ve Suriye'ye, buralarda iste­diklerini yapabilecek şekilde sahip kıldık. Beyzavî şöyle der: "Temkin, aslında, bir şeye, yerleşebileceği bir yer vermek demektir. Daha sonra bu kelime, musallat kılmak ve istedikleri gibi tasarrufta bulunmalarım sağlamak mânâsına müstear olarak kullanıldı.[12] Biz azgın Firavun'a, veziri Hâman'a ve Kıptiler'e, bu zayıf toplumdan gelmesinden korktukları şeyi, yani İsrailoğullanndan doğacak bir çocuk vasıtasıyle devletlerin yıkılacağını ve kendilerinin yok olacağını göstereceğiz. [13]
7. Musa'nın annesine ilham ederek kalbine, onu emzirme fikrini attık. İbn Abbas "Bu, ilham şeklinde bir vahydir" der. Mukâtil de: "Bunu ona Cebrail bildirdi" demiştir. Kurtubî şöyle der:" Mukatil'in sözüne göre bu olay, ilham değil, bildirme şeklinde bir vahiydir. Tefsircilerin tümü, Musa'nın (a.s.) annesinin peygamber olmadığı fikrinde birleşmişlerdir. O na meleğin gönderilmesi, meşhur hadiste anlatılan kel, alaca hastası ve kör ile konuşması gibidir.[14] Peygamberlik olmaksızın, me­leklerin insanlarla konuşması bu kabildendir. Melekler İmran b. Husayn'a selam verdiler ama o bir peygamber değildi."[15] Ona "Firavun'dan gelecek bir kötülükten korkarsan, onu bir sandığa koy ve denize yani Nil nehrine at. O helak olur diye korkma, ayrılığına da üzülme, Şüphesiz biz, onu sana geri vereceğiz ve onun vasıtasıyle İsrailoğullarmı kurtarmak için onu peygamber kılıp o azgın Firavun'a göndereceğiz" dedik. [16]
8. Sonunda kendilerine bir düşman bir hüzün, musibet ve helak kaynağı olması için, Firavun'un adamları onu bu­lup aldı. Kurtubî şöyle der: "olması için" kelimesindeki lâm, sonuç ifade eden lâm'dır. Çünkü onlar kendileri için göz aydınlığı olsun diye onunla anlatılmıştır. Nitekim şair şöyle der:
Her emziren, emzirdiğini ölümler için besleyip büyütür.
Biz de evlerimizi, zaman yıksın diye yaparız."[17] Kuşkusuz Firavun, Hâmân ve orduları âsi, müşrik ve günahkâr idiler. Alimler şöyle der: "kasten günah işleyen; ise, kasıtsız günah işleyen demektir." [18]
9. Firavun'un karısı ona şöyle dedi: Bu çocuk, benim için de, senin için de bir sevinç ve mutluluk vesilesidir. Onunla mutlu olacağımızı ve onun bizim için bir göz aydınlığı olacağanı umuyorum. Taberi şöyle der: "Rivayete göre karısı Firavun'a bunları söyle­yince, Firavun şöyle cevap verdi: "Senin için dersen, evet; ama benim için göz aydınlığı değildir."[19] İbn Abbas şöyle der: Eğer Firavun, o çocuk benim için göz aydınlığı olur, deseydi, Allah mutlaka onu, Musa vasıtasıyle hidâ­yete erdirir ve Firavun kesinlikle iman ederdi. Fakat o bunu söylemekten kaçındı. Ey Firavun! Onu öldürmeyin, istediği işte kendisine yar­dımcı olsun diye, Firavun'a saygılı davranmak maksadıyle, diktatörlere hitap edildiği gibi, ona çoğul kipiyle hitap etti. Umu­lur ki, büyüdüğünde bize yararı dokunur, ya da onu evlatlık olarak yanımıza alır da, kendimize gözlerimizin aydın olacağı bir çocuk ediniriz. Tefsirciler şöyle der: Firavun'un karısı çocuk doğurmuyordu. Dolayısıyla Fira­vun'dan Musa'yı (a.s.) kendisine bağışlamasını istedi, o da bağışladı. Firavun ve ordularının helakinin, Musa (a.s.) ile olacağının farkına varmadan böyle yaptılar. [20]
10. Musa'nın annesinin kalbi, onu anmanın dışında, dünyadaki hiçbir şeyle meşgul olmadı.[21] Bir görüşe göre de mânâ şöyledir: Annesi, Musa'nın, Firavun'un eline düştüğünü işitince, aşırı Üzüntü ve sıkıntıdan dolayı aklı başından gitti. Annesi aşırı Üzüntü ve kederden, neredeyse durumu ortaya çıkaracak ve onun, kendi oğlu olduğunu açıklayacaktı. İbn Abbas şöyle der: "Neredeyse, "Vah oğlum!" diye bağıracaktı. Bunu, oğlunun, Firavun'un eline düştüğünü işittiğinde ya­pacaktı." Onun kalbini sağlam tutup, sabretmesini ilham etmeseydik, durumu ortaya çıkaracaktı. Allah'ın, Musa'yı kendisine geri vereceğine dair va'dini tasdik edenlerden olsun diye böyle yaptık. [22]
11. Annesi, Musa'nın kızkardeşine dedi ki: "Onun hakkında bilgi edininceye kadar onu izle. "Mücâhid şöyle der: Onu takip et ve ona ne yapacaklarına bak", Musa'nın kız kardeşi, onlar, onun kardeşi olduğunu farketmeden uzaktan Musa'yı gördü. Çünkü kızkardeşi, denizin kıyısında yürüyordu ve sandık Firavun'un evine varıncaya kadar, onlar farkına varmadan onu gözetliyordu. [23]
12. Annesi gelmeden önce, emzirilmesi için getirdikleri süt annelerinin memesini emmeyi Musa'ya yasakladık. Tefsirciler şöyle der: Musa günlerce Firavun'un yanında kaldı. Ne kadar süt an­nesi getirildiyse Musa memesini kabul etmedi. Bu durum onları üzdü ve canlarını sıktı. Bunun üzerine bir emzirici aramak üzere onu saray dışına çıkardılar. Saray dışında kızkardeşini gördüler. "Size, onun bakımını sizin adınıza üstlenecek bir süt anneyi göstereyim mi?" dedi. O aile, çocuğun emzirilmesi ve beslen­mesi hususunda kusur etmez. Süddî şöyle der: "Kızkardeşi, Musa'nın anne­sini onlara bildirdi. Onların emriyle annesine gitti ve getirdi. Çocuk, Fira­vun'un elinde bulunuyor, O, meme isteğiyle ağlarken, Firavun onu şefkatle avutuyordu. Annesi gelince, çocuğu ona verdi. Çocuk, annesinin kokusunu alınca, memesini emdi. Firavun şöyle dedi: "Sen onun nesi oluyorsun? O senin memen dışında hiçbir memeyi kabul etmedi. "Annesi dedi ki: "Ben kokusu güzel, sütü güzel bir kadınım. Bana hangi çocuk getirilse, beni ka­bul eder!' Bunun üzerine Firavun, çocuğu ona teslim etti. Annesi aynı gün evine döndü. Firavun hanedanından ona mücevher ve hediye vermeyen kim­se kalmadı. İşte, Musa'nın (a.s.) annesine dönüşü şu âyetle anlatılıyor. [24]
13. Verdiğimiz sözü tutmak için Musa'­yı annesine iade ettik ki, çocuğuna kavuşarak mutlu olsun, ayrılığına üzülmesin, Ve Musa'nın, kendisine geri verilmesi ve Fira­vun'un şerrinden korunması hususunda Allah'ın va'dinin doğruluğunu iyice anlasın. Fakat insanların çoğu, Allah'ın kesin va'dinden şüphe eder ve kuşkuya düşerler. [25]
14. Musa, olgunluk çağma erip kuv­veti olgunlaşıp akıl ve itidal melekesi tamamlanınca, ona peygamberlikle birlikte, anlayış, ilim ve dinde derin bilgi verdik. Mücahid, olgunluk çağının kırkıncı yaş olduğunu söylemiştir, İşte güzel iş yapanlara, iyiliklerinden dolayı, böyle büyük mükâfatlar veririz. [26]
15. Mısır'a, insanların öğle uykusu za­manında istirahate çekildikleri bir vakitte girdi. Orada, biri, kendi kavmi İsrâîloğullarmdan; diğeri Fira­vun'un kavmi Kıptîler'den olup birbirleriyle kavga eden iki şahıs gördü. İsrailli, Kıptî'nin kötülüğünü kendisinden savmak için Musa'dan yardım istedi. Musa, bir yumruk­ta onu Öldürdü. Kurtubî şöyle der: "Musa, öldürme isteği olmadan bunu yaptı. O sadece, onu uzaklaştırmak istiyordu. Yumruk, hassas yerine rast­ladı ve öldü."[27] Bu Şeytanın aldatmasmdandir. Benim öfkemi kabarttı da ona vurdum. Kuşkusuz Şeytan, Âdem oğlu'nun apaçık düşmanı ve onu yoldan çıkarandır. Sâvî şöyle der: "Kıptîyi öldürmekle emrolunmadığı için, olayı Şeytana nisbet etti. Başına sıkıntılar geleceği için, öldürmemenin daha doğru olduğunu anladı. Fitneler ise, Şeytanı sevindirir. Bunu anladığı için yaptığına pişman oldu."[28]
16. Musa dedi ki, Ey Rabbim! Adara öldürmekle kendime zulmetmiş oldum. Beni affet ve hatamdan dolayı cezalandırma. Rabbi de onu bağışladı. Çünkü O, kullarını çokça bağışlayan ve onlara karşı çok merhametli olandır. [29]
17. Musa, "Ey Rabbim, bana verdiğin kuvvet sebebiyle ve bana ikram ettiğin makam ve kuvvet hakkı için hiçbir suçluya asla yardımcı olmayacağım."[30] Bu, Musa (a.s.)'nm, Rab­bi ile yapmış olduğu bir ahitleşmedir. Bir görüşe göre, bu bir yemindir. Fa­kat bu görüş zayıftır. [31]
18. Musa, Kıbtî'yİ öldürdüğü şehirde, kendine bir şey olacağından korkarak sabahladı. Başına gelecek kötülüğü bekliyor ve suçundan dolayı cezalandırılmaktan korkuyordu. Bir de baktı ki, dün kurtardığı İsrailli arkadaşı başka bir Kıbtî ile dövüşüyor. İsrailli, Musa'yı (a.s.) görünce, düşmanına karşı kendisine yardım etmesi için, "imdat, imdat" diye bağırmaya başladı, Musa (a.s.) İsrailliye dedi ki: "Sen, apaçık bir azgın ve sapıksın. Dün senin yüzünden bir adam öldürerek kendimi belaya attım. Bugün beni başka bir belaya düşürmek mi istiyorsun?"[32]
19. Musa, kendisinin de, israillinin de düşmanı olan o Kıbtîyi yakalamak isteyince Kıptî dedi ki: Dün benden başkasını öldürdüğün gibi, şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun?[33] Ey Musa, Sen, Sadece yeryüzünde fesat çıkaran zorbalardan olmak istiyorsun. Sen, insanların arasını sulh edenlerden olmak istemiyorsun. [34]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek âyetler, aşağıdaki edebî sanatları kapsamaktadır:
1. "Bunlar, o apaçık kitabın âyetleridir" cümlesin­de, kemal derecesinin yüksekliğinden dolayı, yakın olan âyetler, uzak için kullanılan işaret ismiyle gösterilmiştir.
2. "Biz, ihsan etmek istiyorduk" cümlesinde, o manzarayı zihinde canlandırmak için, "şimdiki zamanın hikayesi" kipi kullanılmıştır.
3. "Biz onu sana geri verecek ve onu pey­gamberlerden biri yapacağız" ifadesinde, isim cümlesi fiil cümlesine ter­cih edilmiş ve denilmemiştir. Bu da, müjdeye verilen önemden dolayıdır. Çünkü isim cümlesi sübût ve devamlılık ifade eder.
4. "Biz onun kalbini kuvvetlendirmeseydik..." âyetinde istiare vardır. Musa'nın (a.s.) annesinin kalbine Allah'ın attığı sabır, çözülmüş bir şeyi kaybolur korkusuyla bağlamaya benzetildi, ve Rabt (bağlamak) lafzı, sabır için müsteâr olarak kullanıldı.
5. "Onu öldürmeyin" cümlesinde, saygı ifade eden çoğul kipi kullanılmıştır. Karısı, saygı göstermek için, Firavun'a, "onu öldürme" de­memiş, "onu öldürmeyin" diye hitap etmiştir.
6. "Zorba", "azgın" ve "apaçık" kipleri, vurgu ifade eden mübalağa kipleridir. Çünkü ve kalıpları bu kiplerdendir.
7. "Zorba" ile "İslah edenlerden olmak istemiyorsun" arasında manevî tıbâk vardır. Çünkü Cebbar, bozgunluk çıkaran, tahrip eden, çok öldüren ve çok kan döken demektir. Burada, mânâ yönünden tıbâk vardır.
8. "Rabbim ! Bana lütfettiğin ni­metler sebebiyle, artık asla suçlulara yardımcı olmayacağım" cümlesinde isti'tâf yani merhamet talebi vardır.
9. Onlar farketmeden", "Onlar ona iyi dav­ranırlar" ve "Fakat çoğu, bilmezler" gibi birçok âyetin sonları birbirine uygun düşmüştür. Bu da edebî sanatlardandır. [35]

Bir Nükte

Büyük âlim Kurtubî, Asmaî'nin şöyle dediğini nakleder: "Bedevi bir cariyeyi, şu beyitleri okurken dinledim. Bütün günahlarım için Allah'tan af diliyorum. Helâl olmayan bir insanı öptüm. O insan, sükûnet içersinde rahat
olan bir ceylan gibiydi. Gece yansı oldu. Ben hâlâ namaz kılmadım. "Allah canım alsın! Ne kadar da fasîh okudun?" dedim. Câriye dedi ki: ya-ziklar olsun sana! Allah'ın şu âyetinin fesahati yanında%bu fesahat mı sayı
Musa'nın anasına, onu emzir, ona zarar geleceğinden endişelendiğin­de onu denize bırak. Korkup üzülme. Çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız" diye vahyettik.
Yüce Allah bir tek âyette, iki emir, iki yasak, iki haber ve iki müjde­yi bir araya getirmiştir."[36]
20. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi: "Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal çık! İnan ki ben senin iyi­liğini isteyenlerdenim " dedi.
21. Mûsâ korka korka, etrafı gözetleyerek oradan çıktı. "Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar" de­di.
22. Medyen'e doğru yöneldiğinde, "Umarım, Rab­bim beni doğru yola iletir " dedi.
23. Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada hayvan­larını sulayan bir çok insan buldu. Onların gerisinde de, hayvanlarını engelleyen iki kadın gördü. Onlara, "Derdiniz nedir?" dedi. Şöyle cevap verdiler: "Çoban­lar sulayip çekilmeden biz sulamayız; babamı?: da çok yaşlıdır."
24. Bunun üzerine Mûsâ, onların yerine davarla­rını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım" dedi.
25. Derken, o iki kadından biri utana utana yürü­yerek ona geldi, "Babam, dedi, bizim yerimize sulama­nın karşılığını ödemek için seni çağırıyor". Mûsâ, ona gelip başından geçeni anlatınca o, "Korkma, o zâlim ka­vimden kurtuldun" dedi.
26. İki kızından biri, "Babacığım! Onu ücretle tut.
Çünkü ücretle istihdam edebileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır" dedi.
27. Dedi ki: "Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni iyi kimselerden bula­caksın."
28. Mûsâ şöyle cevap verdi: "Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam dol­durayım, demek ki bana karşı husumet yok. Söyledikle­rimize Allah vekildir.
29. Sonunda Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine "Siz bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir ha­ber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm" de­di.
30. Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ! Bil ki ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Al­lah'ım."
31. Ve "Asanı at!" Mûsâ asayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın"
32. "Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıka­caktır. Korkudan kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kat'î delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır".
33. Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.
34. Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı ola­rak benimle gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum."
35. Allah buyurdu: "Seni kardeşinle destekleyece­ğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sa­yesinde onlar size erişemiyecekler. Siz ve size tâbi o-lanlar üstün geleceksiniz.
36. Mûsâ onlara apaçık âyetlerimizi getirince, "Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki ata­larımızdan böylesini işitmemiştik" dediler.
37. Mûsâ şöyle dedi: "Rabbin kendi katından ki­min hidâyet getirdiğini ve hayırlı akıbetin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler iflah olmazlar."
38. Firavun, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak, bana bir kule yap ki Mu­sa'nın tanrısına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka ya­lan söyleyenlerdendir" dedi.
39. O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyük­lük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atı-verdik. Bir bak ki zâlimlerin sonu nice oldu!
41. Onları, ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.
42. Bu dünyada arkalarına lanet taktık. Onlar, kı­yamet gününde de kötülenmişler arasındadır.

Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti

Bu âyetler, Musa'nın (a.s.) kıssasını anlatmaya devam eder. Önceki âyetler, onun doğumu, emzirilmesi ve delikanlı oiup olgunluk ve rüşt Çağma erişinceye kadar Firavun'un evinde büyütülmesi ve Kiptilerden biri­ni öldürmesi olayını kapsamıştı. Buradaki âyetler de, Musa'nın (a.s.) Med-yen'e göç edişini, Şuayb Peygamberin kızı ile evlenmesinden, Sonra da Mısır'a dönüşünden, kendisine peygamberlik verilmesinden ve Firavun'un, onun eliyle yok oluşundan bahseder. [37]

Kelimelerin İzahı

Birbirlerine danışırlar. Ezherî şöyle der: Toplumun fertleri birbirlerinden birşeyin yapılmasını istediğinde, veya denir.
Engelliyorlar, Bir kimse bir şeyi hapsedip engellediğinde ili denir. Geniş zamanı, gelir. ali Kelimesi, "kovdu" mânâsına da gelir. Şair şöyle der:
Temimoğulları, senin âsânı almışlardır. Artık, hangi âsâ ile kovacağım bilemezsin.[38] Sizin haliniz. Hatb, hal demektir. Ru'be şöyle der:
Hayret, onun ve benim durumum nedir?" Ria, koyunları otlatan çoban mânâsına gelen, kelimesi­nin çoğuludur. Kalıp bakımından, kelimesinin çoğulu gibidir. Hıcec, sene anlamına gelen kelimesinin çoğuludur. Cezve, alevli kor demektir.
Rid', yadımcı demektir. Cevherî şöyle der: Bir kimse birine yardım ettiğinde, der. "Ona yardımcı oldum" mânâsına der. Makbûhîn, helak olanlar ve uzaklaştırılanlar veya şekil bakı­mından çirkin olanlar manasınadır. Allah bir kimseyi çirkinleştirdiğinde. veya denir. [39]

Âyetlerin Tefsiri

20. Firavun'un adamlarından, mü'min olup da imanını gizleyen bir adam, şehrin en uzak tarafından hızla koşarak geldi. İbn Abbas şöyle der: "Bu adam, Firavun hanedanından mü'min birisiydi." Dedi ki: "Ey Musa! Firavun'un ileri gelenleri ve devlet erkânı seni öldürmek maksadıyle, hakkında meşveret ediyorlar. Onlar seni yakalamadan çık git. Ben senin iyiliğini isteyenlerden biriyim." [40]
21. Musa, başına birşey gelmesinden korkarak Mısır'dan çıktı. O esnada kendisinin aranıp aranmadığını gözetliyor ve arayanın onu yakalayıp cezalandırmasını endişe ile bekliyordu. Allah'tan başka sığınacak birşey olmadığını bildiği için, bundan sonra, dua ederek Allah'a sığındı. Rabbim! Beni kâfirlerden kurtar ve onların şerrinden koru." Kâfirlerden maksat, Firavun ve adamlarıdır. [41]
22. Musa, Şuayb (a.s)'ın şehri olan Medyen tarafına yönelince, dedi ki, umulur ki Allah, varaca­ğım yere ulaştıracak doğru yolu bana gösterir. Tefsirciler şöyle der: "Musa, (a.s.) korku içinde, azıksız ve bineksiz yola çıktı. Mısır ile Medyen arasın­da sekiz günlük mesafe vardı. Rabbi hakkında taşıdığı iyi zannın dışında, yol hakkında herhangi bir bilgisi yoktu. Allah ona bir melek gönderdi de melek ona yolu gösterdi. Rivayete göre, Musa (a.s.) Medyen'e vardığında, zayıflıktan ve yolda ağaç yaprağı yemiş olmasından dolayı, otların yeşilliği karnında görülecek gibi idi." [42]
23. Şuayb'ın şehri olan Medyen'e vardığında, çobanların su aldığı kuyunun başında, hayvanlarını sulayan kalabalık bir grup insan gördü, Bu çoban topluluğunun ötesinde de, koyunlarının suya gelmesine engel olan iki kadın dikkatini çekti. Onlara, "Durumunuz nedir? Niçin, koyunların suya gitmesine engel oluyorsunuz? Hayvanlarına su verenlerle birlikte, siz de niçin su vermiyorsunuz?" dedi. Dediler ki,"Genellikle biz, çobanlar koyunlarıyle birlikte sudan ayrılıncaya kadar bekleriz. Kuvvetli kimselerle yarışacak gücümüz yok, erkeklere karışmak da istemiyoruz. Babamız ise, yaşlı bir adam olup, zayıf olduğu için kendisinin koyunlara su verecek hali yok. Bu sebeple, hayvanlarımıza kendimiz su vermek zorunda kaldık. Ebu Hayyân şöyle der: "Burada, kızlar, bizzat kendilerinin hayvanlara su vermelerinden dolayı Musa'ya (a.s.) karşı mazeret beyan etmiş; babalarının, ihtiyarlık ve yaşlılıktan dolayı hayvan­lara su veremediğine dikkat çekmiş ve kendilerine yardım etmesi hususun­da Hz. Musa'nın şefkatini istemişlerdir.'[43]
24. Musa, onlara acıyarak koyunlarını suladı. Sonra bir kenara çekilerek, bir ağacın gölgesinde oturdu. Dedi ki, "Ey Rabbim, kuşkusuz senin lütfuna, ihsanına ve açlığımı giderecek yemeğe ihtiyacım var." Aşırı derecede acıktığı için, Allah'tan yiyecek şeyler istedi. Dahhâk şöyle der: "Yedi gün, yeşillikten başka hiçbir şey yemeden durdu"[44] İbn Abbasda şöyle der: "Musa, Mısır'­dan, yeşillik ve ağaç yapraklarının dışında hiçbir yemeği olmaksızın Medyen'e kadar yürüdü. Yalın ayaktı. Zira Medyen'e varmadan ayakkabıla­rı yıpranmıştı. Musa (a.s.), Allah'ın, mahlukatı içinden seçtiği bir kul olarak, gölgede oturdu. Karnı, açlıktan sırtına yapışmıştı. Yediği bitkilerin yeşilliği, karın boşluğundan görünür gibiydi. Ve o, yarım hurmaya muhtaç kalmıştı."[45]
25. Derken, o İki kadından biri, utana uta­na ona geldi. Bu kelamda kısaltma olup, takdiri şöyledir: Kadınlar hızla ba­balarına gittiler. Halbuki onlar, genellikle yavaş yürürlerdi. Adamın duru­munu ona anlattılar. Babaları, kadınlardan birine, Musa'yı çağırmasını em­retti. O da haya ve utanma duygusu içersinde, hür kadınların yürüyüşü ile yürüyerek Musa'ya geldi. Yüzünü, örtüsüyle örtmüştü. Ömer (r.a) der ki: "O, çokça girip çıkan cüretkâr kadınlardan değildi."[46] Dedi ki, koyunlarımızı sulama ücretini ödemek için babam seni istiyor. İbn Kesir şöyle der: "Bu, ifadede edepli davranma vardır. Zira kuşku uyandırmamak için "babam seni çağırıyor" diye mutlak bir şekilde onu istemedi.[47] Musa onun yanma gelip durumunu ve Mısır'dan kaçış sebebini anlatınca, Şuayb (a.s) dedi ki: "Korkma, sen emin bir beldedesin. Burada Firavun'un sözü geçmez. Allah seni, suçluların tuzağından kurtarmış." [48]
26. O iki kadından biri dedi ki: Babacığım, Bu adamı, koyunlarımızı otlatması ve su vermesi için ücretle tut. Ücretle tuttuğun en iyi kimse, güçlü ve kuvvetli olanıdır. Ebu Hayyân şöyle der: "Kadının bu sözü, hikmet dolu ve kapsamlıdır. Çünkü, herhangi bir işi yapan kimsede, yeterlilik ve güvenirlilik vasıflan bulunduğunda maksat tamamlanmış olur."[49] Rivayete göre, Şuayb (a.s.) kızma, "O'nun güçlü ve güvenilir olduğunu nereden anladın?" diye sordu. Kızı şöyle cevap verdi: O, ancak on kişinin kaldırabileceği kayayı kaldırdı. Onunla beraber gelirken önüne geçmiştim, o bana, "arkamdan gel ve bana yolu göster" dedi. yanına gittiğimde başını eğdi, bana dönüp bakmadı. Bunu duyan Şuayb (a.s), kızlarından birini onunla evlendirerek Musa'yı damat edinmek istedi. [50]
27. Dedi ki, ücretli olarak, sekiz sene koyunlarıma çobanlık etmen şartıyla, Şu iki kızımdan birini, büyüğünü veya küçüğünü seninle evlendirmek istiyorum. Yapman şart olmamakla birlikte, Eğer bu süreyi on yıla tamamlarsan, bu senin bir lütfün olur. On yıl şartını koyarak, seni zora sokmak istemiyorum. İnşallah, sen benim, sözünde duran, iyi huylu ve güzel muamele eden kimse olduğumu göreceksin. Kurtubî şöyle der: "Bu âyet, kız velisinin, bir erkeğe, kızıyla evlenmesini teklif ettiğini ifade eder. Bu, uygulanagelen bir sünnettir. Şuayb (a.s.), kızıyle evlenmesini Musa (a.s.)'a teklif etmiştir. Ömer'de (r.a.) kızı Hafsa (r.a.) ile evlenmesini önce Ebubekir'e, (r.a.) sonra da Osman'a (r.a.) teklif etmiştir. Mevhûbe (r.a.) de, Rasulullah'(s.a.v.)'a, kendisiyle evlenmesini teklif etmişti. Selef-i sâlihe uyarak, kişinin, iyi bir erkeğe, velisi olduğu kızla evlenmesini teklif etmesi güzel bir şeydir."[51]
28. "Musa (a.s.) şöyle dedi: Söylediğin ve benimle ahitleştiğin konu, her ikimiz için de geçerlidir, sözümüzden dönmeyeceğiz. Sekiz veya oh yıldan hangisini senin için yerine getirirsem, bana herhangi bir güçlük çıkarılmayacak ve bir vebal de yüklenilmeyecek. Anlaşmamıza ve sözleşmemize Allah şahittir. [52]
29. Musa, anlaşmış oldukları süreyi tamamlayıp da eşini alarak Mısır'a gitmek üzere yola çıktığında, İbn Abbas şöyle der: Musa (a.s.), üzerinde anlaşma yapılan iki süreden, fazla olanını yani on yılı tamamladı. yolda, Tur Dağı tarafında, uzakta parlayan bir ateş gördü. Eşine dedi ki: Burada dur. Ben uzakta bir ateş gördüm, Tefsirciler şöyle der: O gece, soğuk bir geceydi. Yollarını kaybetmişlerdi. Şiddetli bir fırtına esmiş, hayvanlarını dağıtmıştı. Hanımı doğum sancıları çekiyordu. O sırada Musa (a.s) uzakta bir ateş gördü. Kendisine yol gösterecek birini bulurum diye oraya gitti. Nitekim şu âyet bunu ifade ediyor: Umulur ki, orada bana yolu gösterecek birini bulur ve size yol hakkında bir bilgi getiririm. Ya da, ısınmanız için size bir kor getiririm. [53]
30. Musa, ateşin olduğu yere vardığında, bir ateş değil, bir nur buldu. O mübarek yerde, vadinin sağ yanında, ağaç tarafından bir ses geldi, Ey Musa, sana hitap eden ve seninle konuşan, benim. Ben noksan sıfatlardan uzak, ulu ve yüce olan Allah'ım. Ben, insanların cinlerin ve bütün mahrukatın rabbiyim. [54]
31. "Elindeki asanı yere at" denildi. Musa. asayı attı. Asâ yılana dönüştü. Musa. onun. çok çabuk hareket eden hafif bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, korkarak geriye dönüp ona hiç bakmadan kaçtı. İbn Kesîr şöyle der: Asâ, yılana dönüşlü. O, dişlerinin sağlamlığı, ağzının genişliği ve iri cüssesine rağmen, sanki, çok hızlı hareket eden küçük bir yılandı. Öyle ki önüne gelen her kayayı yutuyor. Yuttuğu kaya onun ağzında, sanki bir vadide yuvarlanıyormuş gibi yuvarlanarak ses çıkarırdı. İşte o anda Musa arkaya dönerek kaçtı. Dönüp bakmadı. Çünkü insan tabiatı bundan ürker.[55] Musa'ya şöyle seslenildi: Ey Musa! Yerine dön. Korkma, Sen, korkulardan eminsin. Bunun üzerine Musa geri döndü, elini yılanın ağzına soktu, yılan tekrar asâ haline geldi. [56]
32. Elini gömleğinin yakasından içeri sok. Sonra onu çıkar. O, herhangi bir hastalık ve alacalık olmaksızın, şimşek aydınlığındaki bir ay parçası gibi parlak ve çevresini aydınlatıcı olarak çıkar. İbn Abbas şöyle der: Duyduğun korkudan dolayı elini göğsüne çek, korkun gider. Tefsirciler de şöyle der: Âyette geçen "cenâh"tan maksat el'dir. Çünkü insanın iki eli, kuşun kanatları yerindedir. İnsan sağ elini sol koltuğu altına soktuğunda, kolunu kendine çekmiş olur. Böyle yapınca, ondan, yılan ve her şeyin korkusu gider. Bu ikisi, yani asâ ve el, Yüce Allah tarafından, senin doğruluğunu göstermek üzere verilmiş iki açık, parlak ve kesin delildir. Bunlar, Firavun'a ve onun kavminin azgın, zorba ileri gelenlerine gösterilecek iki mucizedir, Şüphesiz onlar, bize itaatten çıkan, emrimize uymayan bir topluluktur. [57]
33. Musa, ey Rabbim, dedi. Ben, Firavun'un kavminden bir Kıptîyi öldürmüştüm. Bu yüzden, Onların yanına gittiğim takdirde beni öldürmelerinden korkuyorum. Tefsirciler şöyle der: O, Musa'nın yumruk vurması neticesinde ölen Kıptîdir. Musa (a.s.), Rabbinden, kardeşi Harun'u kendisiyle birlikte göndermek suretiyle, Firavun'a kar­şı gücünü artırmasını istedi. Şöyle dedi. [58]
34. Kardeşim Harun, benden daha açık ve daha rahat konuşur. Küçüklüğünde ağzına aldığı bir korun etkisiyle, Musa'­nın (a.s.) dilinde bir tutukluk vardı. Onu bana yardımcı olarak gönder de benim onlara söylediklerimi, delilleri açıklayarak benim adıma onlara anlatsın, Bir vezirim ve yardımcım olmadı­ğı takdirde, beni yalanlamalarından korkarım. Çünkü onlar sözümü, hemen hemen hiç anlamazlar. Râzî şöyle der: Yani, kardeşim Harun'u benimle beraber gönder ki, delili açıklama ve anlatma hususunda bana destek olsun. Yoksa bundan maksat, Harun'un ona, "doğru söyledin" diyerek tasdik etmesi, veya insanlara, "Musa, doğru söyledi" demesi değildir. Maksat ancak, Harun'un, fasih diliyle delillerin mânâlarını özetleyip anlatmak, şüpheleri gidermek ve o fasih diliyle kâfirlere karşı mücadele etmektir.[59]
35. Yüce Allah onun isteğine şöyle buyurarak cevap verdi: Seni Kardeşin ile, dektekleyecek ve yardımcı olacağız. Size, Firavun ve kavmine karşı galibiyet verecek ve sizi onlara musallat kılacağız. Apaçık mucizelerle desteklediğim İçin size eziyet etmelerine yol yoktur. Dünya ve âhirette güzel sonuç, sizin ve sîze tâbi olanlar içindir. Siz, o suçlu kavme üstün geleceksiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah, elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir."[60]
36. Musa onlara, kendisinin doğru olduğunu ve Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gösteren kesin delil ve mucizelerle geldiğinde, Dediler ki: Senin bize getirdiğin bu asa ve el, uydurulmuş bir yalan büyüden başka birşey değildir. Sen onu kendinden uydurdun, fakat, "Allah gönderdi" diyorsun. Biz bu iddiayı, yani Allah'ın bir olduğu gibi bir iddiayı, geçmiş atalarımızdan ve dedelerimizden dahi işitmedik. [61]
37. Hz. Musa, tatlı bir şekilde hitap etmek ve onlarla mücadelede en güzel yolu tercih etmek maksadıyle güzel bir şekilde cevap verdi: Size getirdiğim, bir sihir değil, bir gerçek ve bir hidâyet kaynağıdır. Rabbim bunu biliyor. Sizin bâtıl yolda, benim ise hak yolda olduğumu da biliyor. Ve yine biliyor ki, dünya ve âhirette övülen sonuç kimin içindir. Şüphesiz, zâlim, günahkâr ve Allah'a karşı yalan söyleyen kimse başarılı ve mutlu olamaz. [62]
38. Firavun kavminin ileri gelenlerine ve yöneticilerine. Sizin için, benden başka herhangi bir ilah tanımıyorum" dedi. İbn Abbas şöyle der: Bu kötü sözü ile, Ben sizin en yüce rabbınizım.[63] Sözü arasında kırk yıl vardır. Allah'ın düşmanı, yalan söylüyordu, bilakis kendisinin bir rabbi olduğunu ve bu rabbin, hem kendisi­nin hem de kavminin yaratıcısı olduğunu biliyordu.[64] Hâmân! Tuğla yap da onunla bana yüksek bir kule bina et. Belki, çıkar, Musa'nın, kendisini gönderdiğini iddia ettiği ilâhını görürüm. Bunu, alay yoluyla söyledi. Onun içindir ki bu sözün ardından şöyle dedi: Ben, gökte bir ilah olduğunu iddia eden Musa'nın, bu iddiasında yalancı olduğunu sanıyorum. [65]
39. Firavun ve kavmi, Mısır'da bâtıla ve zulme dalarak kibirlenip böbürlendiler ve Musa'ya iman etmediler, Öldükten sonra dirilmenin, haşrin, hesap ve cezanın olmadığını zannettiler. [66]
40. Onu, ordularıyla birlikte yakalayıp hegsini denize attık. Onlardan hiç kimse kalmamak üzere hepsini boğduk. Ey Peygamberi Kalp gözünle, ibretle bir bak ki, inkâr ve azgınlıkta zirveye ulaşan o zalimlerin sonu ne oldu?! [67]
41. Onları dünyada küfrün öncüleri kıldık, sapıklar onların peşinden gider. Kıyamet gününde onlardan azabı savacak herhangi bir yardımkcılan da yoktur. [68]
42. Bu dünyada da, Allah'ın, meleklerin ve müminlerin lanetini onlara ulaştırdık. Kıyamet gününde ise, onlar, Allah'ın rahmetinden kovulup uzaklaştırılanlardır. [69]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek âyetler, birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. "İleri gelenler, seni öldürmek için hakkında meşveret ediyorlar" cümlesinde, durumun gereğine uygun olarak ve ile pekiştirme yapılmıştır.
2. "Rabbim, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım" cümlesinde, merhamet ve şefkat dileme vardır.
3. "Ona olayı anlattı" cümlesinde, cinas-ı iştikak vardır.
4. "O, küçük bir yılan gibi hareket ediyor" cümlesinde mürsel mücmel teşbih vardır. Vech-i şebeh hazfedildiği için mücmel olmuştur.
5. "Beni doğrular" ile beni yalanlarlar arasında tıbak vardır.
6. "Elini kendine çek" cümlesinde kanat mânâsındaki cenah kelimesi, el mânâsındaki yed kelimesinden kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü insanın eli, kuşun kanadı gibidir.
7. "Pazunu kardeşinle güçlendireceğiz" cümlesinde mecaz-ı mürsel vardır. Sebep söylenmiş netice kastedilmiştir. Çünkü pazunun kuv­vetlendirilmesi, elin kuvvetlendirilmesini gerektirir. Elin kuvvetlendirilmesi kuvvetin bulunmasını gerektirir. Şihâb şöyle der: "Bu cümlenin istiare-i temsiliyyeden olması mümkündür. Musa'nın, kardeşiyle desteklenme hali, elin, kuv­vetli bir elle takviye edilmesi haline benzetilmiştir." [70]

Bir Nükte

Zemahşerî şöyle der: Yüce Allah,"Hâmân! Be­nim için çamur üzerine bir ateş yak, ondan tuğla imal et" dedi. "Benim için tuğla pişir" demedi. Çünkü bu ibare Kur'an'm fesahatına ve makamının yüceliğine daha iyi uymakta, zorbaların sözüne daha çok benzemektedir. Hâmân, Firavun'un veziri ve halkının işlerim idare edendir. [71]
43. Andolsun biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya, olur ki düşünür öğüt alırlar diye insanlar için apaçık deliller, hidâyet rehberi ve rahmet olarak o Kitâb'ı vermişizdir.
44. Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz sırada, sen batı yönünde bulunmuyordun ve o hâdiseyi görenlerden de değildin.
45. Bilâkis biz nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen, onlara ilgili âyet­lerimizi okurken, Medyen halkı arasında oturuyor da değildin; aksine biz peygamberler, göndermekteyiz.
46. Musa'ya seslendiğimiz zaman da, sen Tûr'un yanında değildin. Bilâkis, senden önce kendilerine uya­rıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak orada geçenleri sana bildirdik; ola ki dü­şünüp Öğüt alırlar.
47. Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü'-minlerden olsaydık!" diyecek olmasalardı seni gönder­mezdik.
48. Fakat onlara tarafımızdan o hak gelince "Mûsâ'ya verilen mucizeler gibi ona da verilmeli değil miy­di?" dediler. Peki, daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? "Birbirini destekleyen iki sihir!" demişler ve şunu söylemişlerdi: "Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz."
49. De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz. Allah katın­dan bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!
50. Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim ola­bilir? Elbette Allah zâlim kavmi doğru yola iletmez.
51. Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar diye, sözü birbiri ardınca yetiştirmişizdir.
52. Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da îman ederler.
53. Onlara Kur'an okunduğu zaman "O'na îman ettik. Çünkü o Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce müslüman idik" derler.
54. İşte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfat­ları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle sa­varlar, kendilerine verdiğimiz rıziktan da Allah rızası için harcarlar.
55. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüzçe-virirler ve "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz" derler.
56. Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin, bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olan­ları en iyi O bilir.
57. "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yur­dumuzdan atılırız " dediler. Biz onları, kendi katımız­dan bir rizık olarak herşeyin ürünlerinin toplanıp geti­rildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
58. Biz, refahlarına şımarmış nice memleketi he­lak etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra ora­larda pek az oturulabjlmiştir. Onlara biz vâris olmu­şuzdur.
59. Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine gönderme-
dikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zâlim olan memleketleri helak etmişizdir.
60. Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim va­sıtası malı ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi?
61. Şu halde, kendisine güzel bir vaadde bulundu­ğumuz ve ardından ona kavuşan kimse, dünya hayatının geçici menfaat ve zevkini yaşattığımız, sonra kıyamet gününde huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi midir?
62. O gün Allah onları çağırarak, "Benim ortakla­rım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede?" diye­cektir.
63. O gün aleyhlerine söz gerçekleşmiş olanlar: "Rabbimiz! Şunlar azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak onları da öylece azdırdık. Onların suçların­dan berî olduğumuzu sana arzederiz. Zaten onlar aslın­da bize tapmıyorlardı" derler.
64. "Ortaklarınızı çağırın!" denir, onlar da çağı­rırlar; fakat kendilerine cevap vermezler ve azabı gö­rürler. Ne olurdu doğru yola girselerdi!
65. O gün Allah onları çağırarak, "Peygamberlere ne cevap verdiniz?" diyecektir.
66. İşte o gün onlara bütün haberler körleşmiştir; onlar birbirlerine de soramayacaklardır.
67. Fakat tevbe eden, îman edip iyi işler yapan kimseye gelince onun kurtuluşa erenler arasında ol­ması umulur.
68. Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların se­çim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve sânı yücedir.
69. Rabbin, onların, sinelerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
70. İşte O, Allah'tır. O'ndan başka tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O'nundur, hüküm O'-nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz.

Ayetlerin Öncekilerle Münasebeti

Yüce Allah, azgınlığın başı Firavun'u yok etmek ve İsrailoğullarmı onun zulmünden kurtarmak suretiyle onlara verdiği nimeti hatırlattıktan sonra, burada da, içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat'ı indirmekle onlara yaptığı ihsanı hatırlattı. Aynı zamanda, semavî kitapların sonuncusu olan Kur'an-ı Kerim'i indirmek suretiyle Araplara verdiği nimetine dikkat çekti. [72]

Kelimelerin İzahı

Sâvî, ikamet eden demektir. Bir kimse bir yerde ikamet etti­ğinde denilir. Şair şöyle der:
Sen orada bir sene kaldın.[73] Savarlar, savmak demektir. Hadiste şöyle gelmiştir:
Cezalan, şüphelerle giderin"[74] Toplanır. Bir kimse suyu havuzda topladığında, denir. Büyük havuz demektir.
Şımardı. nimet içinde olduğu halde azmak demektir. Enbâ, önemli haber mânâsına gelen kelimesinin çoğulu­dur.[75]

Nüzul Sebebi

Ebu Tâlib ölmek üzere iken, Rasûlullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: "Ey Amca, de ki, kıyamet gününde bu sözle senin lehinde şahitlik edeyim." Ebu Tâlib şöyle cevap verdi: "Kureyş beni ayıplayıp da, "Ölüm korkusu ona bunu söyletti" demeyecek olsaydı, onu söyleyerek seni sevindi­rirdim" Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:" Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin, bilâkis Allah dilediğine hidâyet verir. Hidâyete girecek olanları en iyi o bi­lir"[76] [77]

Âyetlerin Tefsiri

43. Kelimesinin başın­daki, kendisinden önce bir yeminin bulunduğuna işaret etmek içindir. Ya­ni, Vallahi, Musa'dan önce gelmiş Nûh, Âd; Semûd, Lût ve peygamberleri­ni yalanlayan diğer kavimleri helak ettikten sonra Musa'ya Tevrat'ı verdik, Onu, İsrailoğulları için bir ışık ve kalpleri için bir nur olarak indirdik. Onunla gerçekleri görürler ve hakkı bâtıldan ayırırlar. Yine onu, sapıklıktan kurtaran bir hidâyet ve kendisine inananlar için bir rahmet olarak indirdik ki, onda bulunan ilâhi öğüt ve irşatlardan faydalansınlar. [78]
44. Ey Peygamber! Musa'ya Peygamberlik görevi verdiğimiz ve onu Firavun ve kavmine gönderdiğimiz zaman, sen dağın batı tarafında değildin. Orası, Allah'ın Musa ile konuştu­ğu yerdir. Sen, o yerde .bulunanlardan da değildin. Fakat Allah, onu sana vâhyetti ki, bu, senin doğruluğuna bir delil olsun. İbn Kesîr şöyle der: Yüce Allah, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğini gösteren delile dikkat çekerek böyle buyurmaktadır. Zira Hz. Muhammed (s.a.v.), geçmişe dâir gayblardan öyle haber vermiştir ki, onu dinleyen, sanki yukardaki olayı görüyor ve seyrediyormuş gibi olur. Halbuki Muhammed (s.a.v.) ümmî bir kimse olup kitaplardan herhangi bir şey okuyamazdı. O, okuma yazma bilmeyen bir toplum içinde yetişmişti. Buna göre âyetin manası şöyledir: Sen orada hazır değildin. Fakat Allah bunu sana vâhyetti ki, bu gayb haberlerini onlara bildiresin.[79]
45. Fakat biz Musa'dan sonra birçok millet ve nesiller yarattık. Onların üzerinden uzun zaman geçti. Fetret dev­ri uzadı, neticede Allah'ı unuttular, dinlerini bozdular ve değiştirdiler. Dolayısıyle, ey Peygamber! din işini yenileyesin diye seni gönderdik. Ebussuûd şöyle der: "Yani, biz seninle Musa arasındaki zamanda; birçok millet yarattık. Üzerlerinden uzun zaman geçti. Şeriatlar ve hükümler değişti. Ha­berleri anlamaz oldular. Bunun üzerine seni gönderdik. "Onların üzerinden uzun zaman geçti" ifadesiyle yetinildiği için diğer anlaşılan mânâlar haz­fedildi."[80] Ey Peygamber! Sen Medyen-liler içinde kalmış değilsin ki, Musa'nın, Şuayb'm ve iki kızının haberini öğrenip de bunları Mekkelilere okuyasın. Fakat biz seni, Mekkeliler arasından seçip peygamber olarak gönderdik ve bu haberleri sana biz bildirdik. Böyle olmasaydı, elbette onları bilemezdin. [81]
46. Musa'ya seslendiğimiz ve onunla konuş­tuğumuz zaman sen, Tur Dağı'nın yanında da değildin. Sen, peygamberlerin haber ve kıssalarından hiçbirşeyi görmedin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak onları sana biz vahyettik ve anlattık ki, ey Muhammed, senden önce kendilerine bir pey­gamber gelmemiş olan kavmi korkmasın. Belki, onlara getir­diğin apaçık mucizelerden ibret alırlar da dinine girerler. Tefsirciler şöyle der: Âyette geçen kavimden maksat, Hz. İsa İle Hz. Muhammed (s.a.v) arasındaki fetret devrinde yaşamış olanlardır. Bu süre, altıyüz yıl kadardır. [82]
47. İnkâr ve isyanları sebebiyle ken­dilerine bir musibet geldiğinde, işte o zaman, "Ey Rabbımiz! Bize, âyetlerini tebliğ edecek bir peygamber gönderseydin de, onlara uyup tasdik edenlerden olsaydık" de­meselerdi, peygamberleri göndermezdik. Kurtubî şöyle der: Âyetteki edatının cevabı hazf edilmiştir. Takdiri: "Elbette peygamberleri gönder­mezdik" şeklindedir.[83] İbn Cüzeyy şöyle der: Birinci, "eğer olmasaydı" mânâsına gelen imtina harfidir. İkinci ise, arz ve teşvik edatıdır. Yani, inkârları yüzünden onlara musibet gelmeseydi, peygamberleri göndermez­dik. Biz peygamberleri ancak, mazereti ortadan kaldırmak ve aleyhlerine delil getirmek için gönderdik ki, "Ey Rabbimiz, bize bir peygamber gönder­seydin de, senin âyetlerine uyup mü'minlerden olsaydık" diyemesinler.[84]
Bundan sonra Yüce Allah, müşriklerin hakkı kabul etmeme hususun­daki inat ve direnmelerini haber vererek şöyle buyurdu. [85]
48. Mekkelilere apaçık hak geldiğinde, ki, bu katımızdan mucize Kur'an'ı getiren Mu-hammed'dir, inatla ve direnerek dediler ki: "Musa'ya verilen asâ ve el gibi, apaçık mucizeler ve güçlü deliller, Muhammed'e de verilseydi ya!" Yüce Allah onlara cevap vererek şöyle buyurdu: İnsanlık, Musa'ya verilen o apaçık mucizeleri inkâr etmedi mi? Mücâhid şöyle der: Yahudiler, Kureyşlilerden, Muhammed'e. "Bize, Musa'nın getir­diği mucizeler gibi mucize getir" demelerini istediler. Allah onlara, insan­ların, Musa'nın mucizelerini de inkâr ettiklerini bildirerek cevap verdi.[86] İbn Cerir'in tercihine göre, "inkâr etmediler mi?" deki zamir, yahudileri gösterir. Ebu Hayyân da şöyle der: Bana göre zamir, "Musa'ya ve­rilenin benzeri Muhammed'e de verilse ya" demiş olan Kureyş'i gösterir. Çünkü Kureyş'in Muhammed (s.a.v.)'i yalanlaması Musa'yı da yalanlamak demektir. Hz. Muhammed'e (s.a.v.) sihirbaz demeleri, Musa'ya da sihirbaz demeleri mânâsına gelir. Çünkü peygamberler aynı kaynaktan gelirler. Pey­gamberlerden herhangi birine, ona yakışmayan şeyi nisbet eden, o şeyi, bütün peygamberlere nisbet etmiş olur. Bu durumda, burada geçen bütün za­mirler onlara aittir.[87] Müşrikler dediler ki, Tevrat da, Kur'an da ancak sihir kabilindendir. Bunlar, birbirini doğrulamak suretiyle yardımlaşan iki sihirdir. Süddî şöyle der: Onların herbiri diğerini tasdik etmiştir. Dediler ki, "Biz, her iki kitabıda inkâr ediyoruz! Ebussuûd şöyle der: "Bu, müşriklerin, her iki kitabı da, inkâr ve azgınlıkta devam etmeleri ve aşır gitmelerinden ileri gelmektedir."[88]
49. Bu, muhatabın acizliğini göstermek için yöneltilmiş bir emirdir. Yani, Ey peygamber! Onlara de ki: Madem ki Siz bu iki kitabı, kanunlar hükümler ve güzel ahlak kurallarını kapsadıkları halde inkâr ettiniz. O halde, bu ikisinden daha doğru ve daha elverişli Allah katından, indirilmiş bir kitap getirin de ben ona uyayım, Onların sihir olduğuna dair iddianızda doğru iseniz böyle yapın. İbn Kesîr şöyle der: Akıl sahipleri için zarurî olarak anlaşılmıştır ki, Yüce Allah, gökten, Muhammed'e (s.a.v.) indirdiği bu Kur'an'dan daha mükem­mel, daha kapsamlı, daha fasih ve daha yüce bir kitap indirmedi. Şeref ve yücelikte, ondan sonra, Musa'ya indirdiği kitap gelir ki, bu kitap hakkın da, Kur'an'da: "Biz, içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik"[89] buyur­muştur. İncîl ise, Tevrat'ı tamamlayan ve İsrailoğullarına haram kılman bazı şeyleri helal kılan bir kitap olarak indirilmiştir.[90]
50. Onlardan istediğini getiremez­lerse, bil ki, inkârları bir inat ve delilsiz olarak kendi arzularına uymaktan ibarettir. Allah'tan bir açıklama ve yol gösterme olmaksızın kendi arzusuna uyan kimseden daha sapık hiç kimse yoktur. Allah, doğru yoldan yüzçevirip ısrarla kendi arzusuna uymak suretiyle inatçılık yapan zalim kimseyi doğru yola ilet­mez. [91]
51. Kureyş'e, içinde bulunanlardan öğüt ve ibret alsınlar diye, Kur'an âyetlerini aralıksız olarak peşpeşe indirdik. Bu âyetler vaad, tehdit, kıssa, ibret, öğüt ve nasihatler halinde ardarda gel­miştir. İbn Cevzî şöyle der: Yani, Kur'an âyetleri birbirini takip eder ve geçmiş milletlerin nassl azap edildiklerini haber verir tarzda indirdik ki, ogut alsınlar.[92]
52. Bu Kur'an'dan Önce kendileri­ne Tevrat ve İncîl'i verdiğimiz Ehl-i kitabtan müslüman olanlar bu Kur'an'a da inanırlar. İbn Abbas : "Bunlar Ehl-i kitaptan Muhammed'e (s.a.v.) inanan kimselerdir"[93] der. [94]
53. Onlara Kur'an okunduğunda, "Onda ne varsa inandık" derler, Biz, o inmeden önce de, Allah'ın birliğini kabul eden, emrine teslim olan, Mııhammed'in gönderile­ceğine ve ona Kur'an indirileceğine inananlardandık. [95]
54. İşte bu güzel sıfatlan taşıyan o kimselere se­vapları, biri kitaplarına, diğeri, de Kur'an'a inandıkları için, iki kat verilir. Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Üç kimse vardır ki, onlara sevapları iki kat verilir: Birincisi, Ehl-i kitaptan olup da, önce kendi peygamberine, sonra da bana iman eden kişidir...[96] Bu sevap onlara, hakka uymaya sabret­melerinden ve Allah yolunda eziyetlere katlanmalarından dolayı verilir. Katâde şöyle der: "Bu âyet, Ehl-i kitaptan bazıları hakkında inmiştir. On­lar, hak bir dine mensup idiler ve bütün işlerini onun emirlerine göre yapar­lardı. Nihayet Yüce Allah, Hz. Muhammed'i (s.a.v.) gönderdi. O zaman ona inandılar. Yüce Allah, hak yolda sabretmelerinden dolayı, sevaplarını iki kat verdi. Selmân ile Abdullah b. Selâm'm bunlardan olduğu söylenir."[97] Onlar, sövme ve küfretme gibi çirkin sözleri, güzel ve hoş sözlerle karşılık vererek savarlar. İbn Kesîr şöyle der: "Kötülüğe misil­leme yapmazlar, bağışlar ve affederler."[98] Kendilerine ver­diğimiz helal nzıktan hayır yolunda harcarlar. [99]
55. Kâfirlerden sövme, rahatsız edici ve âdi sözler işittiklerinde, dönüp bakmazlar ve söyleyenlere cevap vermezler. "Bizim yolumuz bize, sizin yolunuz size" derler. Onlara, Selânıun aleykum" diyerek ayrılma ve uzaklaşma selamı verirler, Zeccâc şöyle der: Bu sözle, selâm vermeyi değil, sadece, "yolla­rımız ayrıdır" demek isterler. Cahillerle beraber olup onlara karışmak istemiyoruz. Sâvî şöyle der: Müşrikler, Ehl-i kitap mü'minlerine söverler ve: "Size yazıklar olsun dininizden dönüp onu bıraktınız" derlerdi. Müslümanlar da onlardan yüzçevirip: "Bizim amelimiz bize, sizin ki de si­ze" derlerdi.[100] Yüce Allah onları önce imanlarından dolayı sonra da iyilik­le muamele etmeleri ve kendilerine düşmanlık gösterenleri bağışlayıp af­fetmeleri sebebiyle övdü. Bundan sonra Yüce Allah, Peygamberine (s.a.v.) hitap ederek şöyle buyurdu: [101]
56. Ey Peygamber! Sen ne kadar çabalasan ve bu uğurda olağan üstü gayret göstersen de herhangi bir kimseyi hidâyete erdi­remezsin. Fakat Yüce Allah, hidâyet etmelerini takdir ettiği kimseleri, kudretiyle hidâyete erdirir. Öyleyse, sen işini ona bırak. Çünkü o, mutlu olacakları da, mutsuz olacaklarıda çok iyi bilir. Yüce Allah, kendisinde doğru yolu bulma ve iman etme kabiliyeti olanı bilir ve onu doğru yola iletir. Tefsirciler şöyle der: Bu âyet, Rasûlullah (s.a.v.)'m amcası Ebu Talib hakkında inmiştir. Ebu Talib ölmek üzere iken Rasulullah (s.a.v.) ona iman etmesini teklif etmiş, fakat o kabul etme­mişti. Ebu Hayyân şöyle der: "Âyetinin mânâsı şudur: Sen, istediğin kimsede hidâyeti yaratamazsın. Sonra şöyle devam eder: Bu âyetie. "Şüphesiz ki sen, doğru bir yolu gös­termektesin[102] âyeti arasında zıtlık yoktur. Çünkü ikinci âyetteki hidâyetin manası," Şüphesiz sen doğruyu gösterirsin" dir. Müslümanlar bu âyetin Ebu Talih hakkında indiğinde icma etmişlerdir."[103]
Bundan sonra Yüce Allah müşriklerin şüphelerinden birini anlattı ve ona açık bir şekilde cevap verdi: [104]
57. Kureyş kâfirleri şöyle dediler: Ey Muhammed! Biz senin dinine uyar da kendi dinimizi bırakırsak, Arap­ların bizi yurdumuzdan atmasından yani bize karşı savaşmak üzere bir­leşmelerinden ve bizi yurdumuzdan çıkarmalarından korkuyoruz. Müberred der ki: Tehattuf, hızla yerinden sökmek demektir. Yüce Allah onlara cevap olarak şöyle buyurdu: Kabe'nin yüzüsuyu hürmetine, onların yurdunu emniyetli ve harem bölge kılıp, kanlarını korumadık mı? Nasıl olur da, Onlar Allah'ı inkâr ederken, bu harem bölge onlar için emniy­etli olur da, müslüman olduklarında emniyetli olmaz? O harem bölge, tarıma elverişle olmayan bir vadide olduğu halde, takdirimizle oraya her taraftan rızıklar geterilir. Fakat onların çoğu câhildir, bunu düşünüp anlayamazlar. Ebu Hayyân şöyle der: Yüce Allah bu parlak ifadeyle onların delillerini çürüttü. Çünkü onlar Allah'ı inkâr ettikleri ve putlara taptıkları halde harem bölgede emniyet içinde yaşıyorlardı. Diğer insanlar ise, birbirleriyle savaşıyorlardı. Onlar, tarıma elverişle olmayan bir belde de yaşadıkları halde, ihtiyaçları olan gıda maddeleri kendilerine geliyordu. Onlar iman edip de doğru yolu bulur­larsa, bunlar nasıl olmaz.[105]
58. Birçok şehir halkı azmış, şımarmış ve Allah'ın nimetine karşı nankörlük etmişti. Dolayısıyle Allah onları yok etti, yurtlarını da harap etti. İşte yerleri, zulümleri yüzünden bomboş. Onlar yok edildikten sonra, çok az bir süre oralarda oturuldu. Çünkü oralarda ancak gelip geçenler, yolcular bir gün veya daha az bir süre durmaktadır, Onların mülklerinin ve yurt­larının vârisleri biziz biz. Ebu Hayyân şöyle der: "Âyet, Mekkelileri, ken­dileri gibi yaşamış olan bir kavmin başına gelen kötü sonuçtan korkutmak­tadır. Allah o kavme emniyet içinde ve rahat bir şekilde yaşamayı lüt­fetmişti. Fakat onlar bu nimete nankörlük ederek şımarıklık ettiler. Allah da onları yok etti ve yurtlarını harap etti."[106]
59. Allah delil­leri çürütmek ve mazeretleri geçersiz kılmak için, kendilerine risâleti teb­liğ edecek bir peygamberi yerleşim merkezine göndermedikçe, o şehirlerin kâfir halkını helak etmez. Allah'ın kanunu böyle cereyan etmemiştir. Peygamberleri göndermek suretiyle mazeretleri or­tadan kaldırıldıktan sonra, inkârda İsrar ettikleri için, halkı, yok olmaya hak kazanmadıkça, biz hiçbir beldeyi yok edecek değiliz. Kurtubî şöyle der: "Yüce Allah, onları ancak zulümleri sebebiyle yok olmaya hak ka­zandıkları zaman yok edeceğini bildirdi. Bu, Yüce Allah'ın adaletini ve zulümden uzak olduğunu açıklar. Zalim olmalarına rağmen, peygamberler göndermek suretiyle delili kuvvetlendirmeden ve mazeretlerini ortadan kaldırmadan onları yok etmeyeceğini ve hallerim bilmesini, aleyhlerine bir delil yapmayacağını açıkladı."[107]
60. Ey insanlar! Size verilen mal ve diğer faydalı şeyler, az bir dünyalıktır. Ondan, yaşadığınız sürece yararlanırsınız. Sonra o yok olup gider. İbn Kesîr şöyle der: "Yüce Allah, dünya ve onda bulunan basit zinet ve fâni güzelliğin, Allah'ın, âhirette salih kul­ları için hazırladığı büyük ve ebedî nimetlere oranla çok basit bir şey olduğunu bildiriyor."[108] Allah katındaki sevap, mükâfat ve ebedî olan nimet, bu geçici nimetten daha üstün ve iyidir. Ebedî olanın geçici olandan daha hayırlı olduğunu anlayamıyor musunuz? Bu, müşrikleri kınamadır. Fahreddin Râzî şöyle der: "Yüce Allah, dünya men-fâtlerinin zararlarla karışık olduğunu, hattâ onlarda bulunan zararın daha çok olduğunu; dünya menfaatleri kesilip sona erdiği halde, âhiret menfaat­lerinin sona ermeyeceğini açıkladı. Sona erecek olan birşey, sonsuz bir şeyle kıyaslandığında yok sayılır. Nasıl böyle olmasın ki, her bir kişinin dünyadan nasibi, denize kıyasla bir damla su gibidir. Buna göre âhiret men­faatlerini dünya menfaatlerine tercih etmeyen kimse akılsız sayılır."[109]
61. Kendisine cenneti ve cennetteki ebedî nimetleri kesin bir şekilde vadettiğimiz ve Allahın vadi bozulmayacağı için de o nimetlere mutlaka ulaşacak olan kimse, kendisini geçici, zararlı şeylerle karışık, elde edilme yolları zorluklarla dolu ve yok olduğunda hasret çektiren nimetle faydalandırdığımız kimse gibi midir? Sonra, dünya nimetlerinden fayda­landırılan bu kimse, âhirette azaba uğratılanlardan olacak. Akıllı kimse, bu ikisini bir tutar mı? İbn Cüzeyy şöyle der: "Âyet önceki âyeti açıklamakta, dünya ile âhiret arasındaki büyük farkı göstermektedir. "Kendisine va'dettiğimiz kimseler"den maksat mü'minler, "kendisini faydalandırdığımız kim­seler" den maksat da kâfirlerdir."[110]
62. Allah'ın kendilerine ses­leneceği gün, müşriklerin halini düşün. Onları kınamak ve azarlamak üzere sûre şöyle der: Beni bırakıp da kendilerine taptığınız size yardım ve şefaat edeceklerini iddia ettiğiniz o ortaklar ve ilâhlar nerede? [111]
63. Azgınlıkları ve sapıklıkları yüzünden azabı hak etmiş olan ileri gelenleri ve reisleri şöyle derler: Ey Rabbımız! Bunlar bizim peşimizden gelen senin yolundan saptırdığımız kimselerdir. Biz nasıl yoldan çıkmış isek, onları da yoldan çıkardık. Bunu zorla değil, vesvese vererek ve çirkini güzel göstererek yaptık. Neticede onlar da bizim gibi saptılar, Ey Allah! Onların bize ibâdet etmelerinde, bizim bir suçumuz olmadığım sana arzederiz. Onlar bize değil, kendi istek ve arzularına kul oluyorlardı. [112]
64. Kâfirlere şöyle denilir: "Dünya'da kendilerine taptığınız ilâhlarınızdan yardım isteyin de size yardım etsinler ve Allah'ın azabını sizden savsınlar" Bu, onlarla alay edilircesine söylenir. Onlar da' ilâhlarından yardım isterler, fakat ilâhları, ne yardım edebilir, ne de fayda verebilirler. Bu, onların, zayıf akıllı olmalarından ileri gelir. Azabı gördüklerinde keşke hidâyete ermiş olsaydık diye temenni ederler. Taberî şöyle der: "Azabı gördüklerinde, temenni ederler ki, keşke dünyada iken hak yolu bulmuş olsalardı."[113]
65. Bu, müşrikler için bir diğer kınamadır. Yani, O gün Allah onlara seslenir ve "Peygamberlerime ne ce­vap verdiniz? Onlara inandınız mı, yoksa yalanladınız mı?" diye sorar. [114]
66. O gün onlar delilleri göremez olur, işler kendileri için karanlıklaşır, ne söyleteceklerini bilemezler, şaşkın ve konuşamaz bir haldedirler. Aşırı dehşet ve şaşkınlıktan dolayı, "Cevap neydi?" diye birbirlerine soramazlar. [115]
67. Allah'a ortak koşmayı bırakıp tevbe edenler ve iman ile iyi işleri birlikte yapanlara ge­lince, onların, naim cennetlerini kazananlardan olması kesindir. Sâvî şöyle der: "Ümit ifade eden kelimeler, Kur'an'da kesinlik ifade eder. Çünkü bu, merhamet sahibi olan Rabb'in değerli bir va'didir. Va'dinden dönmemek de Yüce Allah'ın şanmdandır."[116]
68. Senin, yaratan ve tasarruf eden Yüce Rab-bin, dilediğini yaratır, istediğini yapar, Onun verdiği hükme kimse itiraz edemez. Mukâtil şöyle der: Bu âyet Velid b. Muğîra: "Bu Kur'an, iki şehir-den, bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?"[117] dediğinde onun hakkında inmiştir. Kullardan hiçbirisi için seçme hakkı yoktur. Tercih ve irade, sadece tek olan Allah'ındır, Yüce ve Mu­kaddes olan Allah, mülkün de harhangi bir kimsenin kendisiyle münakaşa­sından yahut, tercih ve hükmünde ona ortak olmasından uzaktır. Kurtubî şöyle der: "Yani, Rabbin, dilediğini yaratır; peygamberlik için de dilediğini seçer. Fiillerinde tercihte bulunmak ona mahsustur. Hangi hikmete göre ya­ratacağını o daha iyi bilir. Yarattıklarından hiçbirinin ona karşı tercih hakkı yoktur."[118]
69. Yüce Allah, onların, kalblerinde sakladıkları inkârı, Peygamber ve müslümanlara karşı besledikleri düşmanlığı bilir. Yine değerli Peygamberinin şahsı hakkında dilleri ile işledikleri kötülükleri bilir. Onlar Peygamber (s.a.v.) hakkında: "Allah, vahyi Ebu Talib'in yetimine indirmiş?!" demişlerdi. [119]
70. O şanı yüce olan, ibâdete layık Allah'tır. O'ndan başka ibâdete layık hiçkimse yoktur. Dünyada da, âhirette de tam övgü ona mahsustur. Çünkü, her iki yurtta da, bütün nimet­leri kullarına lütfeden odur. Geçerli hüküm ve kullar arasında haklı ile haksızı ayırma yetkisi ona aittir, Kıyamet gününde, bütün mâhlûkat sadece O'na dönecek ve O, herkese amelinin karşılığını verecek­tir. [120]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek âyetler, birç"ok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. "İnsanlar için nurlar" terkibinde teşbîh-i belîğ vardır. Yani, "Biz Musa'ya Tevrat'ı verdik. O, insanların kalpleri için nurlar gibi­dir". Burada teşbih edatı ile vech-i şebeh hazfedilmiş ve böylece teşbîh-i beliğ olmuştur. Şihâb şöyle der: "Kalplerin nurlarına benzeyen Tevrat'ı ver­dik. Zira kalpler, Tevrat'ın nurları ve ilimlerinden mahrum kalırsa, elbette göremeyen ve hakkı bâtıldan ayıramayan körler olurlar."[121]
2. "Asırlar yarattık" cümlesinde mecâz-ı aklî vardır. Asırlardan maksat milletlerdir. Çünkü milletler, asırlar içnde yaratılır. Dolayisıyle, mecâz-ı aklî yoluyla, asırların yaratıldığı söylenmiştir.
3. "Onlara isabet eder" ile bir musibet" arasında cinâs-ı iştikak vardır.
4. "Ellerinin kazandıkları şey sebebiyle" cümlesinde mecâz-ı mürsel vardır. Elleriyle kazandıkları şey demektir. Bu, cüz'ü söyleyip küllü murat etme kabilindendir. Zemahşerî şöyle der: "Amellerin çoğu el ile işlendiği için bütün ameller, ellerin kazanması şeklinde ifade olundu."[122]
5. "Başlarına bir musibet geldiğinde....." cüm­lesinde, kelamın akışından anlaşıldığı için cevap hazf edilmiştir. Takdiri şöyledir: "Ey Peygamber! Seni elçi olarak onlara göndermezdik." Bu, hazif yoluyla îcâz batandandır.
6. "Ona, Musa'ya verilenin bir benzeri veril­seydi ya" cümlesi teşvik ifade eder. Buradaki teşvik ifade eden su manasınadır. Yoksa, bir şeyin varlığından dolayı, diğer şeyin olamaya­cağını ifade eden bir harf değildir.
7. "De ki bir kitap getiriniz" cümlesi muhatabı âciz düşürmek için kullanılmıştır Emir kipi, hakiki mânâsından çıkarılıp, acze düşürmek mânâsına kullanılmıştır.
8. Sen doğruya iletemezsin" Fakat Allah doğru yola iletir" arasında tıbak-ı selb vardır.
9. "Emniyetli harem bölge" terkibinde mecâz-ı aklî vardır. Çünkü emniyet, bölge halkına ait olduğu halde, Harem'e nisbet edilmiştir.
10. "İddia ettiğiniz ortaklarım nerede? cümlesinde, alay etme üslubu kullanılmıştır.
11. "Saptığımız gibi onları da saptırdık" cümlesinde teşbîh-i mürsel vardır.
12. "Deliller onlara gizli kaldı" cümlesinde istîâre-i tasrîhıyye-i tebeiyye vardır. Şihâb şöyle der: "Körlük, doğru yolu bulama­mak için müsteâr olarak kullanıldı. Onlar, delillere yol bulamazlar. Sonra, vurgulu bir şekilde ifade etmek için, fail ile mefûlûn yeri değiştirildi ve "deliller onlara yol bulamaz" sekiline sokuldu. Aslı, delilleri göremediler" şeklindedir. "Gizlilik" mânâsı, bu kelimenin kapsamı içine alındı ve edatı ile geçişli yapıldı. Bu cümlede bir çok edebî sanat vardır: İstiare, kalb ve tazmin gibi.[123]
13. "Gizler" ile açığa vururlar ve "dünya" ile "âhiret" arasında tibâk sanatı vardır. Bu da edebî sanatlardandır.[124]

Bir Uyarı

Ebu Tâlİb'in imansız öldüğüne dâir olan rivayet doğrudur. Kitap ve sünnet bunu göstermektedir. Bazı tasavvuf şeyhlerinden, onun Ölmeden önce müslüman olduğu rivayet edilir. Bu, Kur'an ve sünnetin naslarına aykırıdır. Belki de tasavvufcular bu görüşü, Ebu Talib'in bazı şiirlerinden çıkarmışlardır, o şöyle der:
Ben biliyorum ki, Muhammed'in dini, insanların dinlerinin en iyilerinden biridir. Vallahi, onların hepsi toplansa, ben mezara girinceye kadar sana yaklaşamazlar.
Ben derim ki, Ebu Tâlib İslama girmekten ve şehâdet getirmekten kaçındıktan sonra, bu sözün ne anlamı olur?[125]
71. De ki: Düşündünüz mi hiç, eğer Allah üzeri­nizde geceyi tâ kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka size bir ışık getirecek tanrı kimdir? Hâlâ işitmeyecek misiniz?
72. De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü tâ kıyamet gününe kadar aralıksız devam et­tirse Allah'tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek tanrı kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?
73. Acımasından ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz, gündüzün ise O'nun fazl u kereminden rızkınızı arayasınız. Umulur ki şük­redersiniz.
74. O gün Allah onları çağırarak, "Benim ortakla­rım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede?" diye­cektir.
75. O gün her ümmetten bir şahit çıkarır, "Kesin delilinizi getirin!" deriz. O zaman bilirler ki hakikat Allah'a aittir, ve uydura geldikleri şeyler de kendile­rinden ayrılıp kaybolmuşlardır.
76. Karun, Musa'nın kavminden idi de onlara kar­şı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: "Şımarma! Bil ki Allah şımarık­ları sevmez.
77. Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez."
78. Karun ise, "O servet bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi " demişti. Bilmiyor muydu ki Al­lah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok malı olan kimseleri helak etmişti. Gü­nahkârlardan günahları sorulmaz.
79. Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin kar­şısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar. "Keşke Ka­run'a verilenin benzeri bizim de olsaydı; hakikat şu ki o, çok büyük bir devlet sahibidir!" dediler.
80. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle de­diler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlar için Allah'ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.
81. Nihayet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o kendisini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.
82. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, "De­mek ki, Allah kullarından dilediğine rızkı çok da verir, azda verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasay­dı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki İnkar­cılar iflah olmazmış!" demeye başladılar.
83. İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbür­lenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veri­riz. En güzel akıbet, takva sahiplerinindir.
84. Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha ha­yırlı karşılık vardır. Kim de bir kötülük getirirse, o kö­tülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görür­ler.
85. Kur'ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dö­nülecek yere döndürecektir. De ki: Rabbinı, kimin hi­dâyetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.
86. Sen, bu Kitab'ın sana vahyolunacağıııı ummu­yordun. Bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak gelmiş­tir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!
87. Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, ar­tık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rab-bine davet et. Asla müşriklerden olma!
88. Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yal­varma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zâtından baş­ka herşey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz.

Ayetlerin Öncekilerle Münâsebeti

Yüce Allah önceki âyetlerde, kendisinin yaratıcı olduğunu, seçme ve tercihin kendisine ait bulunduğunu bildirdi. Allah'tan başkasına ibadet et­melerinden dolayı da, müşriklerin beyinsiz olduklarını açıkladı. Ardından burada, nimeti verene şükretmenin kullara vacip olduğunu hatırlatmak için. yüceliğini ve büyüklüğünü gösteren bazı delilleri anlattı. Daha sonra Kârim kıssasından bahsetti. Bu kıssa, mal yüzünden azma olayı ve bunun külü sonuçlarıdır. Zira Allah, Karun'u hazineleriyle birlikte yere batırmıştı. İşte bu, üstünlük taslama, gurur ve azgınlığın sonucudur.[126]

Kelimelerin İzahı

Sermed; kesilmeyen, devamlı olan şeydir. Tarefe'nin şiirinde bu mânâda kullanılmıştır:
Andolsun ki, işim bana kapalı değildir. Ne gündüzüm ne de gecem, bana devamlı değildir. Mefâtih, açma âleti mânâsına gelen kelimesinin çoğu­ludur. Anahtar mânâsına gelen çoğulu ise, tir.
Ağır gelir. Bir yük bir kimseye ağır gelip de belini büktüğünde, denir. Zu'r-Rumme şöyle der:
O, kalçalarına ağır geliyor. Bu sebeple, kalkışı da ağır, yürüyüşü de yakından ve ağırdır. Yorgunluktan nefesi kesilir.[127] Usbe, büyük topluluk demektir. bunun benzeridir, "Biz büyük bir topluluğuz[128] âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır. Topluluğun fertleri birbirlerine yardım ettikleri ve destek olduktan için, toplu­luğa "usbe" denmiştir.
Va, demek ki" anlamınudır. Cevheri "hayret-'1 ifade eden bir kelimedir. Bazan nin başına gelir ve denilir. Bir görüşe göre bu, yapılan hatanın farkına varıldığı ve pişmanlık gösterildiği zaman kullanılan bir kelimedir. el-Halîl şöyle der: "Kavim uyandı ve daha önce yaptıklarına pişman olarak, "vây" dediler.[129]
Zahir, yardımcı demektir. [130]

Âyetlerin Tefsiri

71. Ey Peygamber! Mekke'nin o inkarcı kâfirlerine de ki, "Allah, kıyamet gününe kadar size geceyi hiç kesilmeden devamlı kılsa, hayatınızda kendisiyle aydınlanacağınız nuru, Allah'tan başka size getirebilecek ilah kimdir? Anlayacak ve kabul edecek şekilde dinleyip de bununla Allah'ın birliğine delil getirmez misiniz? [131]
72. De ki; söyleyin bana, Eğer Allah, sizin için gündüzü kesintisiz ve devamlı kılsa çalışma ve yorgunluk neticesinde dinlenebileceğiniz bir ge­ceyi Allah'tan başka size getirebilecek ilâh kimdir? Halâ, içinde bulunduğunuz hata ve sapıklığı görmüyor musunuz? Bundan sonra Yüce Allah, kullarına olan sonsuz merhametine dikkat çekerek şöyle buyurdu: [132]
73. Allah, kudretinin alâmetleri ve rahmetinin tezahürleri olarak, hayatın yor­gunlukları sıkıntıları ve kederlerinden kurtulup dinlenmeniz için geceyi kendi lutfundan geçimliğinizi ve kazancınızı aramanız için de gündüzü düzenli ve sağlam bir şekilde birbiri ardınca gelecek şekilde sizin için ya­rattı. Bir de, sayılamayacak kadar lütfettiği yüce nimetlerden dolayı Rabbinize şükredesiniz diye bunu yaptı. Gece ve gündüz, O'nun sonsuz nimetlerindendir. Fahreddin er-Râzî şöyle der: Yüce Allah bu âyetle, gece ve gündüzün, zaman içinde birbirini izleyen iki nimet olduğuna dikkat çekti. Çünkü, kişi dünyada muhtaç olduğu şeyleri elde etmek için yorulmak zo­rundadır. Eğer gündüzün aydınlığı ve gecenin istirahat ve dinlenmesi olma­saydı o kimse ihtiyaçlarını temin edemezdi. Onun için dünyada mutlaka gece ve gündüze ihtiyaç vardır. Cennette ise, yorgunluk ve bitkinlik olmadığı için, insanların geceye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyle orada, aydınlık ve lezzetler insanlar için sürekli olur.[133]
74. Bu, Allah'la birlikte başka ilahlara tapanları kınama ve azarlama yoluyla yapılan ikinci sesle­niştir. Yani, Yüce Allah herkesin huzurunda onlara şöyle seslenir: Dünyada ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz kimseler nerde?[134]
75. Her ümmetten bir şahid çıkarırız da onların yaptıklarıyla ilgili aleyhlerinde şahitlik eder. Bu şahit, onlara gönderilen peygamberleridir. Ve onlara, inkâr ettiğinize dair delilinizi getirin, deriz. Bu emir, onların mezaretlerini ortadan kaldırma, kınama ve acizliklerini ortaya koyma manasınadır. işte o zaman, Allah ve Rasulünün haklı olduğunu ve Allah'tan başka bir ilâh olmadığını anlar­lar. Dünyada uydurdukları ortaklar, kaybolan bir şey gibi, kaybolup giderler.
Bundan sonra Yüce Allah, Karun'un kıssasını, gurur ve azgınlığın sonuçlarını anlatarak şöyle buyurdu: [135]
76. Kuşkusuz Kârim, Musa'nın aşiretinden ve toplumundandı. İbn Abbas : "Musa'nan amcasının oğluydu" der. Allah'ın kendisine lütfettiği mal ve hazineler sebebiyle, kavmine karşı ki­birlendi, büyüklük ve üstünlük tasladı. Taberî şöyle der: Onlara karşı aşırı derecede kibirlilik gösterdi, büyüklük tasladı.[136] Ona o kadar çok mal ve hazine verdik ki, bırak hazine ve malları taşımasını, çokluğu ve ağırlığı dolayısıyle hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Bu âyet, Karun'un mal ve servetinin çokluğunu ve zenginliğini tasvir eder. Kavmi ona, "şımarma" demişti, Allah, verdiği nimetlere şükretmeyen ve mallan sebebiyle, Allah'ın kullarına karşı büyüklük tas­layan şımarıkları sevmez. [137]
77. Allah'ın sana verdiği mallarda, onun rızasını ara. Bu da, iyilik yapmak, sadakalar vermek ve Allah'a itaat ederek onun uğrunda harcamakla olur. Hasan Basrî şöyle der: Helâlinden yararlanmak ve onu aramak hususunda, dünyadan nasibini kay­betme.[138] Allah'ın sana lütfettiği gibi, sen de O'nun kullarına lütufta bulun. Bu mal sebebiyle, insanlara karşı taşkınlık yapıp kibirlenme ve Allah'a isyan ederek fesad çıkarma yollarını arama. Kuşkusuz Allah, günahkârı, azgını ve yeryüzünde fesat çıkaranı sevmez. [139]
78. Kârûn dedi ki: "O bana ancak bilgim sayesinde verildi." Kavmi Karun'a öğüt verince o, onları reddederek ve kibirli davranıp öğüdü kabul etmeyerek böyle cevap verdi. Yani, Bu mal bana, kazanç yollarını iyi bilmem sayesinde verildi. Allah benden razı ol­masaydı ve benim üstünlüğümü ve bu mala lâyık olduğumu bilmeseydi, onu bana vermezdi. Yüce Allah, onun bu sözünü reddederek şöyle dedi: O aptal mağrur bilmiyor muydu ki, Allah, ondan önceki nesillerden, kendisinden daha güçlü ve daha zengin olanları yok etmişti. Beyzâvî şöyle der: Bu âyet bu geçmiş olayları bile bile, gücüne ve malının çokluğuna aldanmasından do­layı Karun'u kınamakta ve bunun hayret edilecek bir şey olduğunu ifade et­mektedir. Çünkü o bu olayları Tevrat'ta okumuş, tarihçilerden de dinle­mişti.[140] Allah'ın, onların günahlarının nasıl ve ne kadar olduğunu sormaya ihtiyacı yoktur. Çünkü O herşeyi bilmektedir. On­ları yok etmek için, yaptıklarını onlara sormaya ihtiyaç duymaz. Bilakis, azabı hak edince ansızın onları yok eder. Bundan sonra Yüce Allah, Karun'un, kavminin nasihatim dinlemediğine, aksine kibir ve azgınlığında devam ettiğine işaret ederek şöyle buyurdu: [141]
79. En süslü ve en göz alıcı elbiseleri içinde, kav­minin arasına çıktı. Tefsirciler şöyle der: Bir gün büyük bir zinet içersinde, birçok adamıyle birlikte bir tören alayıyla ortaya çıktı. Kendisi ve adam­ları, ipek ve altınla süslü elbiseler giymiş olarak, takımları, altınla zinetlenmiş atlara binmişlerdi. Yanlarında ise câriye ve köleler vardı. Dünyanın zinetine, süsüne ve şatafatına aldanmiş olan imanı zayıf kimseler onu böyle görünce dediler ki: Keşke, bizim de, Karun'a verilen şu servet ve zenginlik gibi bir zengin­liğimiz olsaydı. Şüphesiz onun, dünyadan nasibi boldur. [142]
80. İlim, anlayış sahibi ve doğru yolda bulunan akıllı kimseler onlara dediler ki: Böyle konuşmaktan sakının. Zira Allah'ın mü'min ve salih kullarına vereceği mükâfat, sizin gördüğünüz ve temenni ettiğiniz Karun'un durumundan daha hayırlıdır. Zemahşerî şöyle der: kelimesi aslında, bir kimsenin yok ol­masını istemektir. Daha sonra sakındırma, çekindirme ve hoşa gitmeyen şeyleri bırakmaya teşvikte kullanılmıştır.[143] Ahirette, bu mevki ve makam, sadece Allah'ın emirlerine sabredenlere verilecektir. Yüce Allah Karun'un kötü akıbetine dikkat çekmek için şöyle buyurdu. [144]
81. Şımarıklık ve kibrinin cezası olarak, onu ve hazinelerini yere batırdık. Allah'ın azabını ondan savacak hiçbir yardımcısı ve destekçisi yoktu. Kendini kurtaranlardan değil, bilakis helak olanlardan oldu. [145]
82. Daha dün onun zenginliğini ve mevkiine sahip olmayı temenni edenler, onun başına gelen, bu felâketi gördükten son­ra, daha önceki temenni­lerine pişmanlık duyup üzülerek şöyle demeye başladılar: Allah'ın bu işine, hayret ve ibretle bakın, ey kavim! Bakın ki, Allah, kullarından birine sev­diğinden değil, kendi dilemesi ve hikmeti gereği, nasıl bol rızık veriyor. Hakir gördüğü için değil hikmeti ve kazası gereği, imtihan etmek için, di­lediğinin rızkını da nasıl daraltıyor! Zemahşerî şöyle der: İki kelime­dirden ayrıdır. Yapılan hatanın farkına varmayı ve ona pişman olmayı ifade eder. Yani, kavim, Karun'un mevkiini temenni etmekle düş­tükleri hatanın farkına vardılar ve dediklerine pişman oldular[146] ve şöyle de­diler: Eğer Allah bize imanı nasip etmek ve te-mennî ettiklerimizi vermemek suretiyle bize acıma lütfunda bulunmasaydı, bizim de sonumuz mutlaka Kârûn gibi olur ve onu yere batırdığı gibi bizi de Allah'ın işine hayret ediyorum. Şöylele ki kâfirler ne dünyada ne de ahirette mutlu olamıyorlar.
Yüce Allah, Firavun ve Musa kıssasında, makam ve saltanat sebebiyle gösterilen azgınlık olayını anlattıktan sonra mal sebebiyle gösterilen azgınlık olayını, yani Kârûn kıssasını anlattı. Kârûn kıssası burada sona erer. Bunun hemen ardından şöyle buyrulur : [147]
83. Âyetteki işaret ismi, verilecek olan nimetin büyüklüğünü ifade eder. Yani, haberini işittiğin ve nitelikleri hakkında bilgi edindiğin o yüce yurt, ebedî nimetlei yurdudur. Orada öyle nimetler vardır ki, onları hiçbir göz görmemiş, hiçbii kulak işitmemiş ve hiçbir insanın aklından geçmemiştir. Onları, bu dünya hayatında zulüm, azgınlık ve büyüklük taslamak istemeyen takva sahibi kimselere vereceğiz. Övülen akibet, Allah'tan korkan, O'nun kendilerini gözettiğine inanan rızasını isteyen ve azabından sakınan kim­seler içindir. [148]
84. Kıyamet gününde, kim herhangi bir iyilik getirirse, kuşkusuz Allah, onu getirene, kat kat fazlasını verir.? Kim de, kıyamet gününde kötü­lüklerle gelirse, ona sadece onların karşılığı verilir. Bu, Allah'ın kullarına bir lütfudur. O, kullan için iyiliklerin karşılığını kat kat, kötülüklerin karşılığını ise sadece misliyle verir. [149]
85. Ey Peygamber! Kur'an'ı sana indiren ve onun­la amel etmeyi farz kılan Allah, seni Mekke'den çıkardığı gibi yine oraya döndürecektir. Bu, Rasulullah (s.a.v.)'m, Mekke'den hicretinden sonra, tekrar oraya döneceğine ve orayı fethedeceğine dair Allah'ın verdiği bir sözdür. İbn Abbas şöyle der: Bu, "Allah seni Mekke'ye döndürecektir" manasınadır. Dahhâk da şöyle der: Rasululah (s.a.v.) Mekke'den çıkıp Cuhfe'ye vardığında Mekke'yi özledi. Bunun üzerine Yüce Allah, ona bu âyeti indirdi.[150] Ey Peygamber! O müşriklere de ki, Rabbim doğru yolda olanı ve yolunu şaşıranın ben mi yok­sa siz mi olduğunu daha iyi bilir. O Yüce Allah, güzel iş yapanla kötü iş ya­panı bilir ve her birine yaptığının karşılığını verir. Bu âyet, Mekke kafirle­rinin, "Ey Muhammed! Sen apaçık bir sapıklık içndesin" sözlerine bir ce­vaptır. [151]
86. Sen, sana peygamberlik verileceğini ve kitabın indirileceğini beklemiyordun. Fakat, Allah kitabı gödererek sana, seni göndermek suretiyle de kullara merhamet etti. Ferrâ şöyle der: Burîsflna, istina-i munkatıdır. Yani, ancak Rabbin sana merha­met etti de o kitabı sana indirdi, demektir. Sakın idâre-i maslahat ve hoşgörü ile muamele edip de, dinleri ve sapıklıkları hu­susunda onlara yadımci olma; onlara muhalefet et. Tefsirciler şöyle der: Müşrikler Rasûlullah (s.a.v.)'ı atalarının dinine çağırdılar. Bunun üzerine, onlardan sakınması ve beyinlerini çatlahrcasına hakkı onlara anlatması Rasûlulah (s.a.v.)'a emredildi. Bu ve benzeri ifadelerle Rasûlullah (s.a.v.)'a hitap edilip ümmeti kastedilmektedir ki, kafirlere destek olup onların görüşlerine uymasınlar. [152]
87. Sakın o müşriklere iltifat edip de sözlerine meyletme. Böyle yaparsan, seni, Allah'ın sana indirdiği apaçık âyetlere uymaktan alıkoyarlar. İnsanları, Rabbini birlemeye ve O'na ibadet etmeye çağır. Onların isteklerine uyarak müşriklerden olma. Çünkü, kim onların yolunu beğenirse, o da onlardandır. [153]
88. Allah'tan başka hiçbir ilaha tapma. Ondan başka ibadete layık gerçek ilah yoktur. Beyzâvî şöyle der: Bu ve bundan önceki âyetler, kafirlere karşı olmayı teşvik ve müşriklerin, Rasûlullah (s.a.v.)'rn kendilerine yardım edeceği ümidini kesmek içindir.[154] Her şey yok olacak, onun mukaddes zatı kalacak. Yüce Allah burada, "yüz" manasına gelen "vechi" zikretti fakat kendi zatını mu­rat etti. İbn Kesir şöyle der: Bu âyet, Yüce Allah'ın sonsuz, bakî, diri ve kâinatın idaresi ile kâini olduğunu, bütün yaratılmışların öleceğini, fakat onun ölmeyeceğini haber vermektedir. Yüce Allah, zatını vech kelimesi ile ifade etti. Nitekim şöyle buyurmuştur : "Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı bakî kalacak"[155] Yaratılmışlar üzerinde etkili olan hüküm O'nundur. Âhiret günü onların hepsinin dönüşü, başkasına değil, sadece O'nadır. [156]

Edebî Sanatlar

Bu mübarek âyetler birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağı­da özetliyoruz:
1. "Ondan başka hangi ilâh size aydınlık geti­recek?" cümlesi azarlama ve susturma ifade eder. "Geceyi size kim getirecek?" cümlesi de bunun gibidir.
2. "Sizin için geceyi ve gündüzü yaratması O'nun rahmetindendir" cümlesinde leffü neşri-i müretteb sanatı vardır. Önce gece ile gündüzü birlikte zikretti. Sonra, "ora­da dinlenmeniz ve Allah'ın lütfundan istemeniz için" buyurarak, dinlen­meyi geceye, rızık arama isteğini de gündüze ait kıldı. Edebiyatçılar na­zarında buna leffü neşr-i müretteb denir. Çünkü birinci birinciye, ikinci de ikinciye aittir. Bu, güzel edebî sanatlardandır.
3. "Şımarma" ile "şımarıklar" arasında cinâs-ı iştikak vardır. arasında da aynı sanat vardır.
4. "Onun büyük bir nasibi vardır" cümlesi, muhatap kuşku ve tereddüt içinde olduğu için, ve ile pekiştirilmiştir, te'kîd edil­miştir.
5. "Dün onların yerinde olmayı temenni ederler..." cümlesinde kinaye vardır. Yüce Allah, "dün" kelimesini yakın geçmiş za­mandan kinaye olarak kullanmıştır.
6. "Bollaştınr" ile "daraltır" arasında tıbâk sanatı vardır.
7. "Kim bir iyilik getirirse, onun için ondan daha hayırlısı vardır" ile "Kim de bir kötülük geti­rirse, ona da sadece misliyle karşılığı verilir" cümlesi arasında güzel bir mukabele sanatı vardır.
8. "Sadece onun yüzü..." ifadesinde mecâz-ı mürsel vardır. Cüz' (yüz) zikredilmiş, küll (Allah'ın (c.c.) zatı) kastedilmiştir. [157]

Bir Nükte

Bazı alimler: Kimi kanaat doyurmazsa, ona Karun'un mülkü dahi yet­mez demişler. Ve şu beyitleri okumuşlardır.
Kanaat öyle iyi bir şeydir ki, sen onun yerine başka bir şey istemezsin. Nimetler onda, bedenin rahatı da ondadır. Bütün dünyaya sahip olana bir bak. Bu dünyadan, pamuk ve kefenden başka bir şey götürdü mü?...
Allah'ın yardımıyle Kasas Sûresinin tefsiri bitti. [158]


[1] Kasas sûresi, 28/38
[2] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/405-406.
[3] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/406.
[4] Şeyhzâde Haşiyesi, m, 507
[5] Kurtubî, 13/264
[6] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/410-411.
[7] Bu hususta, bkz. Bakara sûresinin başlangıcı
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/411.
[8] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/411.
[9] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/411.
[10] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/411.
[11] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/411-412.
[12] Beyzâvî, II, 88
[13] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/412.
[14] Bkz, Buharî, Enbiyâ, 50; Müslim Zûhd 10
[15] Kurtubî, 13/250
[16] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/412.
[17] Kurtubî, XIII, 252
[18] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/412-413.
[19] Taberî, XX/22.
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/413.
[21] Bu, İbn Abbas'ın, Dahhak'ın, Mücâhİd'in ve tefsircilerin çoğunluğunun görüşüdür. Kur-tubî'nin İbn-i Kasım'dan, onun da Mâlik'ten naklettiği ikinci görüş ise belki de daha açıktır.
[22] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/413.
[23] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/413-414.
[24] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/414.
[25] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/414.
[26] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/414.
[27] Kurtubî, XIII, 261
[28] Sâvî Haşiyesi, III/112
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/414-415.
[29] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/415.
[30] Râzî şöyîe der: "Âyette, zâlim ve fâsıklara yardım etmenin caiz olmadığına delalet vardır.
[31] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/415.
[32] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/415.
[33] Zâhir olan görüş şudur ki, bunu söyleyen İsrailli değil, Kıbtîdir. Çünkü, "sen, sadece ya­man bir zorba olmak istiyorsun" sözünü mü'min söylemez, kâfir söyler.
[34] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/415.
[35] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/416.
[36] Kurtubî, XIII 252. Müellifin tefsirinde" öldürdüm" şeklindeki ifade, kaynakta öp­tüm" şeklindedir. Bİz tercümesinde aslını tercih ettik. (Mütercimler).
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/416-417.
[37] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/422.
[38] Bu beyit Cerîr'indir. Bununla Ferazdak'ı hicvetmektedir. Kurtubfde böyledir. (Bkz XIIT/ 268).
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/422-423.
[40] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/423.
[41] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/423.
[42] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/423-424.
[43] el-Bahr,VII, 113
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/424.
[44] Er,Razî, XIV, 240
[45] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 111,10
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/424.
[46] Taberî, XX/39
[47] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 111,11
[48] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/424-425.
[49] el-Bahr, VII, 114
[50] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/425.
[51] Kurtubî, Xni, 271
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/425.
[52] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/425-426.
[53] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/426.
[54] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/426.
[55] Merhum Seyyid Kutub şöyle der: Musa (a.s.), rabbinin emrine uyarak asasını attı. Fakat ne oldu? Şüphesiz asâ, uzun süre yanında taşıdığı ve iyice tanıdığı asası değildi. O, hızla yü­rüyen ve rahatlıkla hareket eden bir yılandı. Büyük bir yılan olduğu halde; küçük yılanlar gibi kıvrılıyordu. Bu, Musa (a.s.)'nın beklemediği bir sürprizdi. Dolayısıyle arkasını dönüp kaçtı, geri dönmedi. Asanın ne olduğunu anlamak ve bu acaip iri mahluku incelemek için dönmeyi düşünmedi. Musa (a.s.), bundan sonra yüce rabbinin şu emrini duyar: "Ey Musa, dön. Kork­ma, şüphesiz sen emniyette olanlardansın" Allah'ın gözetiminde olan, nasıl emniyette olmaz? Bundan sonra tekrar bir ses geüı:"Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır." Musa (a.s.), emre uyup elini elbisesinin göğsündeki açık kısma soktu, sonra çıkardı. Bir de baktı ki, bir anda ikinci bir sürprizle karşı karşıya. Eli bembeyaz, hastahksız olduğu halde parlayıp ışık saçıyor. Daha önce elinin, esmere çalar siyahlıkta olduğunu biliyordu. Bu oiay, hakkın aydınlığına, mucizenin açıklığına ve delilin parlaklığına işaretti. (Fi Zılâli'l - Kur'ân,)
[56] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/426-427.
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/427.
[58] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/427.
[59] Tefsir-i Kebîr XXIV, 349
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/427.
[60] Mücadele Suresi, 58/21
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/427-428.
[61] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/428.
[62] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/428.
[63] Nâziat Suresi, 79/24
[64] Kurtubî, Xffl, 288
[65] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/428.
[66] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/428.
[67] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/429.
[68] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/429.
[69] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/429.
[70] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/429.
[71] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/430.
[72] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/436.
[73] el-Bahm'1-muhît, 7/103
[74] Tinnizî, Hudûd, 3 (az farklı lafızla)
[75] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/436.
[76] Müslim, İman, 42; Zâdul-mesîr, 6/231
[77] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/436.
[78] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/436-437.
[79] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/15
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/437.
[80] Ebussuud, 4/155
[81] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/437.
[82] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/437-438.
[83] Kurtubî, 13/293
[84] Teshil, 3/107
[85] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/438.
[86] Muhlasar-ı İbn Kesîr, 3/17
[87] el-Bahr, 7/123
[88] Ebussuûd, 4/156
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/438-439.
[89] Maide Suresi, 5/44
[90] Muhiasar-ı İbn Kesîr 3/17
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/439.
[91] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/439.
[92] Zadu'l-mesîr, 6/288
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/439.
[93] Taberî, 20/56
[94] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/439.
[95] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/439-440.
[96] Müslim, îmân. 241
[97] Taberî, 20/56
[98] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/18
[99] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/440.
[100] Sâvî Haşiyesi, 3/221
[101] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/440.
[102] Zuhruf sûresî, 43/52
[103] el-Bahr, 7/126. Yukarda yazdığımız nüzul sebebine bak.
[104] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/440-441.
[105] el-Bahr, 7/126
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/441.
[106] A.g.e.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/441-442.
[107] Kurtubî, 13/302
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/442.
[108] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/20
[109] Tefsir-i Kebîr, 25/26
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/442.
[110] Teshil, 3/109
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/442-443.
[111] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/443.
[112] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/443.
[113] Taberî, 20/63. Bu mana, 'A cdatınm temenni için oimasına göredir. Biz bu manayı ver­dik. Taberî'nin tercihi de budur. Zeccâc ise şöyle der: y edatının cevabı mahzuf olup takdiri şöyledir: Onlar doğru yolu bulmuş olsalardı, kesinlikle kendilerini saptıranlara uymazlar ve azabı da görmezlerdi.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/443.
[114] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/443.
[115] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/443-444.
[116] Sâvî Haşiyesi, 3/223
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/444.
[117] Zuhruf Suresi, 43/31
[118] Kurtubî, 13/305
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/444.
[119] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/444.
[120] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/444.
[121] Beyzâvî Haşiyesi, 3/515
[122] Keşşaf, 3/320
[123] Kasımi’nin Mehasinu’t- te’vil’inden naklen
[124] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/444-446.
[125] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/446.
[126] Kurtubî, 13/308
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/450.
[127] el-Bahr, 7/132
[128] Yusuf sûresi, 12/14
[129] Râzî, Tefsîr-i Kebîr, 25/19
[130] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/451.
[131] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/451.
[132] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/41-452.
[133] Tefsîr-i kebîr, 25/11
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/452.
[134] Muhtasar-ı İbn Kesîr 3/22
[135] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/452.
[136] Taberî, 20/68
[137] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/452-453.
[138] Bir sörüşe göre, bunun manası şudur: İyi işleri bırakmak suretiyle ömrünü boşa harcama. Bu mana" İbn Abbas ve Mücâhid'den rivayet edilmiştir. Hasan Basrî ve Katâde'nin görüşü daha açıktır ki, İbn Kesir'in tercihi de budur.
[139] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/453.
[140] Beyzâvî 3/95
[141] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/453.
[142] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/453-454.
[143] Keşşaf, 3/341
[144] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/454.
[145] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/454.
[146] Keşşaf, 3/342, Zemahşerî'nin bu görüşü, İmam Halil ve Sibeveyh'in görüşüdür. Cumhur da bunu tercih etmiştir. Suyûtî şöyle der: &. "Şaşarım" manasına fiil İsmidir, de ma­nasınadır. Buna göre mana şöyle olur : Hayret ederim, çünkü Allah, dilediğinin rızkını bol verir. Taberî, Katâde'den, nin, "görmedin mi ki" manasına geldiğini ve bunun tek kelime olduğunu nakleder. Kendi tercihi de budur. En iyisini Allah bilir.
[147] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/454-455.
[148] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/455.
[149] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/455.
[150] İbnu'l - Cevzi, Zadu'l - Mesir, 6/249 ; Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/26
[151] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/455.
[152] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/455-456.
[153] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/456.
[154] Beyzâvî, 2/96
[155] Rahman sûresi, 55/26-27
[156] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/456.
[157] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/456-457.
[158] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/457.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder